Mesut Kilci Yazıları

Yusuf Mesut Kilci Yazıları

Yusuf Mesut Kilci Yazıları

K O N U  B A Ş L I K L A R I (okumak istediğiniz yazı linki üzerine tek tıklayın)

1- Koçaş Patlıcanı
2- Hasan’ın Sırrı
3- Eğitim ve Öğretimde Planlama
4- Sevgilinin Sevgilisi
5- Kepen Kelemi
6- Asırların Şahikası
7- Mahalli İdareci
8- Mahalli İdare
9- Eğitim Öğretimde Disiplin
10-Ya Öğreten ol, Ya Öğrenen
11-Ortaöğretimde Amaç
12-Eğitim Öğretim
13-Kepen Ekmeği
14-Türk Dünyası Kültür Başkenti
15-Karma

1- KOÇAŞ PATLICANI

Patlıcan solanum melogena familyasındandır. Kaynaklarda M.Ö. 5. yüzyılda Hindistan’da yetiştirildiği bilinmektedir. 16 yüzyılda dünya ya önce süs bitkisi olarak yayılmıştır. Her türlü iklimde yetişmektedir. Tropik iklimlerde çok yıllık, ılıman ve karasal ikilimler de bir yıllık bitkidir.

Ülkemizde İçel, Antalya, Şanlı Urfa, Hatay, Aydın, Bursa, Adana ve Samsun illerinde üretilir ve bolca tüketilir. Eskişehir de ise Sivrihisar Koçaş köyünde yetiştirilen mor patlıcan (goçaş badılcanı) meşhurdur. Sarıcakaya, Mihalgazi gibi sulu tarım yapılan ilçelerimizde ve köylerinde Kemer Halkapınar, Bostan, Kirması, Yalova, Gönen ve Pala gibi birçok türü yetiştirilir.

Koçaş mor patlıcanın özelliği acısız ve et tadındadır. Bunun sebebi komşu Hamamkarahisar köyündeki sıcak su kaynaklarına yakın olmasıdır. Koçaş köyünde Çağsak deresi, biri doğal, diğeri baraj tipi iki gölet suyu sebze yetiştirilmesinde kullanılmaktadır. Ayrıca açılmış su kuyuları ve sulama kanalları mevcuttur. Günümüzde bu imkânlardan yeterince faydalanılamıyor. Çünkü toprağı işleyecek nüfus Şehir’e göç etmiştir. Ülkemizin çoğu yerinde olduğu gibi buradaki verimli topraklar atıl durumdadır.

Patlıcanın insan sağlığındaki yerinin diğer sebze türlerinden farkı yoktur. Bünyesinde protein, yağ, karbon hidrat, A,B1,B2,B3,B6.C 30l U vitamini barındırmaktadır. Az miktarda nikotin bulunduğundan, sindirimi zor olduğundan küçük çocuklara yedirilmesi uygun görülmez. Olgunlaşmamış patlıcanda solanin adlı bir madde bulunur. Bu patlıcanı çiğ olarak tüketildiğinde zehirlenmelere sebep olmaktadır.

Patlıcanın sinirleri teskin ettiği, kalp çarpıntısını giderdiği söylenir. Pankreas, karaciğer ve böbrekleri kuvvetlendirdiği, bol idrar söktürdüğü, vücuttaki fazla suyu dışarı boşalttığını ve kilo verdirdiğini kaydeden uzmanlar şeker hastalarının çok fayda gördüğünü bildiriyorlar.

Yöremizde Koçaş mor patlıcanı ile yapılan basdı denilen güveç, bilinen yemek türlerinin en meşhurudur. Karnıyarık, patlıcan musakka, şak şak dolması, çullama ve patlıcan tiridi bir anda sayabileceğimiz yöresel patlıcan yemeklerimizdendir. Patlıcan yaz mevsiminde dolmalık, karnıyarık, şak şak şeklinde kurutularak kışın tüketilir. Patlıcan kor ateşte közlenerek domates biber soğanla birlikte salatası yapılır. Patlıcanın çeşit, çeşit turşusu yapılır. Patlıcan kare, kare kesilerek sönmüş kireçte veya özel toprakta serleştirilir üzüm pekmezi yapılırken içine katılır. Patlıcan reçeli yapıldığı da görülür.

Ülke ve yöre kalkınmasında tarımın önemi büyüktür. Sivrihisar ilçemizin tarım ürünlerinde öne çıkan üzüm yetiştiriciliği (merkezde, Dinek, Sadıkbağı vb. köyler), Kepen kelemi, pırasası, Koçaş mor patlıcanı, Kaymaz fasulyesi, İstikbal bağı mercimeği, Kotlan, Mülk soğanı kendine has özellikleri ve damak zevkleri ile aranan sayabildiğimiz isimlerdir. Günümüzde bu ürünlerin yetiştirilmesi yok denecek kadar azdır.

Bu durum devam ederse artık bu ürünleri ancak sıla özlemi dünyamızda gelecek kuşaklara aktarabileceğiz. Köyden Şehire göçün durdurulması hatta tersine şehirden köye dönüş projeleri geliştirilmelidir. Kısa vade de çalışma hayatını şehirlerde geçirmiş memur ve işçi emeklisi toprakla uğraşmayı seven kişiler bir araya gelerek ortak tarım işletmeleri kurmalı önce yukarıda saydığımız yöresel ürünleri fazlasıyla üretmeli atasından kalan toprakları değerlendirmelidir. Uzun vadede özel sektörlerdeki büyük iş adamları doğup büyüdükleri topraklarda gıda ve tarım üzerine yatırım yapmalıdır.

Konserveden meyve suyuna kadar üretici firmalar ortaya çıkmalıdır. Bunun örnekleri Antalya, Balıkesir, Bursa Adapazarı gibi illerimizde bulunmaktadır. Devlette köyde yaşasın, şehirde yaşasın toprağını işleyen vatandaşın üzerindeki vergileri hafifletmeli, toprağını işleyen emeklilerin emekli maaşlarına dokunmamalı, bilakis toprağını işleyeni maddi manevi teşvik etmeli. Böylece sadece tüketen toplum değil üreten toplum olacağız. Genç kuşaklara atalarının topraklarında iş sahaları açılacak, refah düzeyleri şehirde yaşayanlar gibi olacaktır. Birlik, dirlik içinde sağlıklı, huzurlu, mutlu günler dileğiyle…

*Koçaş köyü; Eskişehir ili Sivrihisar ilçesine bağlı, ilçeye 23 km uzaklıktadır.

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

2- HASAN’IN SIRRI

Seksenli yıllar, Sivrihisar’da temmuz ayı sıcaklığının en çok hissedildiği günlerden birisi yaşanıyor. Havada tek bir bulut dahi yok, gökyüzü masmavi pırıl, pırıl parlıyor. Saatler öğle vaktinin yaklaştığını gösteriyor. Durak manavında tek düzelik devam ediyor. Günlük işler, gelip gidenler, alışveriş aynı simaları görmek alışkanlık haline gelmiş. Kapının önünde tahta sebze kasalarından düzenlenmiş oturakta başında fötr şapkası, temiz ütülü pantolon, ceket yazlık takım elbisesiyle Tırısların Necati elinde kehribar otuzüçlük tesbihiyle yerini almış şehrin tam ortasında caddeyi temaşa ediyor.

Dükkân sahibi ilçe eşrafından manav Ali İhsan müşterilerle meşgulken, gün aşırı veya en geç bir haftada kendisini ziyaret eden misafiri kapıda belirir. Bu Hakıkların en büyüğü Hasandan başkası değildir.

-Selamün Aleyküm Baş çavuşların Aleysan. Dükkân sahibi daha selamı almadan, Tırısların Necati söze karışır.
– Şeer (şehir)in delisi ne oluyor? Bize selam sabah yok mu, bizim başımız kel mi?

Hasan duymazdan gelir. Her zaman ki gibi işine koyulur. O kasadan bir iki domates, bu çuvaldan birkaç kuru baş soğan, şu bölümden bir tutam acı sivribiber artık o gün manavdan ne ihtiyacı varsa iki avucunun alacağı kadar alır, ellerini göğsüne bastırarak,
– Sağ olasın Aleysan aga, Melahat anaya gövec yaptırcan diyerek, dükkândan çıkmak için kapıya yönelir. Dükkân sahibi;
– Sen de sağ ol, afiyet olsun. Bu gün hava çok sıcak çay söyleyeyim de beraber içelim teklifinde bulunur. Fakat Hasanın işi aceledir. O’nun gündeminde başka işler vardır.
-Sona içeriz, borcumuz olsun. Unutmuşta bir şeyi hatırlamış gibi yaparak herkesin duyacağı bir ses tonuyla;
-Bu gün şeer (Sivrihisar)de gos gocaman afat olacak, seller akacak gocaman gocaman daşları önünde yovarlayacak der, kapıdan çıkarken, Tırısların Necati fötrünü çıkarır, başındaki biriken terleri silerek;
– Şeer’in delisi gafanı galdır da havaya bir bak ,hiç yağmur yağacak hava var mı?

Hasan gözlerini kısarak, ağzını yumarak ters ters bakar ve Seydi hamamına doğru koşar adımlarla uzaklaşır, gözden kaybolur.

O gün öğleden sonra ikindi namazına yakın Sivrihisar’ın semasını kap kara bulutlar kaplar, şiddetli bir rüzgarla sağanak yağmur başlar. Göz gözü görmez sanki yağmur yağmıyor, bir felaket yaşanıyor. Sel suya karışıyor. Sivrihisar halkı evlerine sel suyu girmesin diye kapılarına kum torbaları koyar, ama boşuna evlerin bahçeleri izbeleri sel suları ile dolar.

Ertesi günü sel sürüklediği otomobillerden bir kaçını, Pürtek mahallesindeki tek katlı evlerin balkonlarına çıkardığı, Afyon yolu üzerindeki sebze bahçelerini, pancar tarlalarında sulama motorlarını uzaklara önünde sürüklediği anlatılır.

Günler sonra Durak manavının önünde arka arkaya sıralanmış, elleri arkalarında en önde Mehmet, Kemal, Hasan kendilerine has yürüyüşleriyle sanki geçiş törenindeler. Tırısların Necati bağırarak;

– Hey! Şeer’in akıllıları buraya gelin…Bu günkü çaylarınız benden onları davet eder.

Mehmet, Kemal çay sözünü duyunca hemen dükkana yönelir. Fakat Hasan gerilerde kalır, uzaktan onları dakikalarca göz ucuyla süzer, davete icabet etmek istemez, sonunda çoğunluğa uyar bir kenar oturur. Çünkü Hasan biraz kırgındır. Çaylar söylenir, yudumlanırken Tırısların Necati Hasanı sel felaketinden dolayı sorgulamak ister. Hasan yutkunur, gözlerini uzaklara diker, cevap veremez. Değişmez üçlünün sözcüsü Mehmet kafasını her zaman ki gibi sallar, sesinin tonunu kısarak ”Sır her yerde söylenmez” der. Hepsi bir anda yerinden kalkarak söylene, söylene hükümet binasına doğru aynı sırayla yürüyüşlerine devam ederler.

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

3- EĞİTİM ve ÖĞRETİMDE PLANLAMA

Plan veya müfredat; Eğitim ve öğretimin bir programa bağlanması, öğretim ve eğitimin planlaması için kullanılır. Öğretim programında hangi konuların öğretileceği, bunun hangi sırayla verileceği ve konunun üzerinde ne kadar durulacağı açıklanır. Müfredatın tanımında temel dört unsurla karşı karşıya kalmaktayız. Müfredatta hangi eğitimsel amaçlar güdülmektedir. Hangi eğitsel metotlar ile belirlenen amaçlara ulaşılacaktır. Belirlenen amaç, süre ve metotlar nasıl planlanacaktır. Planlanmış süre, amaç ve metotlar nasıl ölçülerek değerlendirilecektir.

Eğitimin amacı yaşamda faydalı olan mı, erdem mi yoksa daha fazla bilgi mi olmalıdır? Toplumlarda bu seçeneklerin üçü de kabul görmektedir. Fakat dünya ülkelerini incelediğimiz de çoğu ülkelerin devlet okullarındaki müfredatta yönetime mutlak itaat, geleneğe vurgu, talimatları yerine getirmede dakiklik, üste saygı gibi değerler öne çıkar. Çünkü bu okullarda yetişenlere biçilen rol, alt ve ara kademe uysal emek gücünün yetiştirilmesidir. Özel okullarda ise öğrenci yarışmacı, bilgilendirici, etkin, çok yönlü bir eğitim öğretim planı içine sokulur. Amaç geleceğin yöneticisini yetiştirmektir. Hâlbuki Platon eğitimi“ Çocukta gizli olarak bulunan hakikatleri bilince çıkarılması…“ olarak tanımlar.

Dünya’da egemen bir sistem ya da güçlü bir devlet olmanın yolu eğitimden geçmektedir. Bu nedenle bilgi güçtür. En güçlü olan ise bu bilgi kaynaklarını üreten, değerlendiren ve yönlendiren sistemler, devletler olmuştur. Yeryüzündeki küresel güçler kendi geliştirmiş oldukları eğitim modelini, kendi istedikleri insan tipini yetiştirmek için toplumları ve bireyleri yaşadıkları topraklarda eğitme yolunu tercih etmiş ve etmektedirler. Bu isteklerini yerine getirmek isteyen küresel güçler gerekli gördükleri ülkelerin eğitim sistemine, eğitim planlamasına, eğitim organizasyonlarına dolaylı veya doğrudan müdahale etmişlerdir. Bunun örneklerini eğitim tarihimizde 1776-1778 tarihinde Osmanlı da, pragmatizmin öncülerinden John Dewey’in eliyle 1924 yılında, Albert Malche eliyle 1933 yılında Cumhuriyet döneminde görmekteyiz.

Bu müdahalelerin sonuçlarından birisi; Küresel güçlerin kültürüyle yetişen ve onların kimliğini taşıyan, savunan fertler ile kendi yaşadığı toprakların kültürüyle yetişen, kendi kimliğini taşımaya çalışan ve savunan fertler yetişmektedir. Eğitimdeki bu ikilem sonucu toplumda ister istemez gerginliklere sebep olmaktadır. Bu da küresel güçlerin o ülke topraklarında rahat at oynatmalarını sağlamaktadır. Küresel güçlerin enerji kaynaklarından, tarım ürünlerine, sanayi den hayvancılığa…çıkarlarını korumaktadır.

Günümüzde eğitim sistemimiz, eğitim planlamalarımız, programlarımızda, geçmiş yılların birikimi sorunlar ve sorunların nedeni olan yapılanmaların olduğunu görmekteyiz. Bu sorunlardan birisi programların çevre şartlarına uydurulmasıdır. Ülkemizde programlar merkezde hazırlanır. Türkiye’nin her tarafına aynı programlar gönderilir. Pratikte ders programlarının her bölgede eksiksiz, aynen uygulanması mümkün değildir. Büyük şehirlerin birisinde yaşayan bir öğrenciyle, Kars’ta, kasabasında veya köyün de yaşayan bir öğrenciye tamamen aynı bilgileri, aynı yöntemlerle veremeyiz. Fakat ölçeme ve değerlendirmede kullandığımız genel sınavlarda iki öğrenciye aynı soruları sormaktayız. Müfredat yetiştirildi mi, yetiştirilemedi mi araştırmayız. Bunun çözümü DSİ, Vakıflar bölge müdürlüğü gibi, Milli Eğitim Bakanlığı da bölge müdürlükleri kurarak yeniden yapılanmaya gitmeli. Müfredatından kitabına, sınavından yerleştirmesine kadar bu hizmetleri bölge müdürlükleri aracılığı ile yerine getirmelidir.

Günümüzde gelişen eğitim anlayışına uygun yöntemler uygulamak zorundayız. Eğer bugün düşünen, soran araştıran, yorum yapan, genellemelerde bulunan, üreten mucit bireyler yetiştirmek istiyorsak, yöntemlerimizi ona göre seçmeliyiz.2014/2015 ders yılının eğitim-öğretim camiasına hayırlı olması dileği ile, sağlıklı, başarılı mutlu günler…

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

4- SEVGİLİNİN SEVGİLİSİ

Anın adı ile başlansa iş. Mükemmel pak olur, ol iş hem işe. Tezekkür eylese her kişi anı. Ol ebter ecda olmaz yahşi tanı. Didük çün biz bismi’llahi ALLAH Müyesser ide senayı ALLAH

Bu beyitler divan edebiyatımızın eşsiz örneklerinden Kitab-ı Mahbubiyenin başlangıç beyitleridir. Müellifi Anadolu erenlerinden Şeyh Baba Yusuf Sivrihisar’ıdır. Kaynaklarda on beşinci yüzyılda (1492-1512) yaşadığı belirtilmektedir. İsmi Şeyh Halil oğlu Baba Yusuf olarak ta bilinir. Sultan ikinci Bayezid Veli ile tanışmasından sonra veya Ahi teşkilatına mensup olduğundan baba lakabını aldığı kaynaklarda yer almaktadır.

Şeyh Baba Yusuf tahsilini Sivrihisar medreselerinin en ünlülerinden Selçuk medresesinde tamamlamış, çeşitli ilim merkezlerinde müderrislik görevlerinde bulunmuştur. İstanbul da Bayezid cami açılışında ilk Cuma günü padişahın huzurunda nasihat etmiştir. Bu irşattan sonra kürsü vaizliğine getirilmiştir. 1512 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Eyüp Sultan türbesi çıkışı sağ tarafta yer alan set üzerinde bulunmaktadır.

Şeyh Baba Yusuf’un eserleri incelendiğinde İslami ve fen ilimlerinde köklü bilgiye sahip olduğu görülmektedir. O, günümüzde pozitif ilimlerle, dini ilimler arasında derin uçurumlar açmak isteyenlerin tersine pozitif ilimle, dini ilmi birleştirmiştir. Göklerin ve yerin yaratılışı konusunda şöyle der;

 Vücudda yididür dirler semavat. Hayalatun sen idimeğil lat. İşaret var durur Kur’an içinde. Bu söz iy amu Furkan içinde dedi bazı müfessir gögüle yir. Beraber halk oluptur söz budur dir.

Zamanını aşarak günümüze ulaşan seçkin ilim adamı, hattat ve şairliği ile de bir sanatçıdır. Hacı Bayram Veli’ye bağlı tasavvuf ehlidir. O’nun anlayışında tasavvuf;

Tazarr-u eylemekdür Hakka her dem. Çün Kerhi Bayezid-ü Edhem. Tasavvuf cehl-i ile gavga değildür. Tasavvuf lafıla dava değildür. Tasavvuf ehlinün ışkdur esası. Hem anlardur bu derdin mübtelası. Tasavvuf ne hilim din ü diyanet. Tasavvuf ne cedeldür ne hiyanet

Şeyh Baba Yusuf’un bilinen dört eseri vardır. Bu eserlerin çoğu manzumdur. Divan edebiyatı çeşitlerinden kaside, gazel ve mesnevi usulleriyle yazılmıştır. Kimi zaman hece vezni ile yazdığı görülse de genellikle eserlerinde aruz veznini kullanmıştır. Eserlerindeki dil Arapça, Farsça ve Türkçedir. Türkçe eserlerinde kullandığı dil yaşadığı zamanın arı ve duru halk dili Türkçesidir. Kitab-ı Mahbubiye de doğduğu yetiştiği Sivrihisarı şöyle anlatır.

Mübarek revzasıçun gül-izarun. Rahim kıl halkına Sifrihisarın. Mübarek yer durur bi misl-ü manend. Nazar pak eyle hor bakma hudavend. Vucuh vardır anı tafsil idelüm. Nikatı sır nedür tayin idelüm. Biri budur bunun taş-u turabı. Ki Mekke taşı gibidir ko habı. İkinci vech budur ki hubdur hevası. Miz’ac kuvvet bulur artar ziyası. Üçüncü vech-i budur ki vatandur. Kişiye sıdk nedür hubb-ı vatandur.

Kitab-ı Mahbubiye çok tanınan eseridir. Bir isimde Mahbub-u Mahbub (Mevhub-u Mahbub) dur. Sevgilinin Sevgilisi anlamına gelmektedir. Nazım ve mesnevi tarzında kaleme alınmıştır. Aruz veznindedir. 7968 beyitten oluşmaktadır. Bu mesnevi ana bölüm ve alt başlıklarla beraber 178 bölümden meydana gelir. Bölümler. Tevhid, peygamberimizin hayatı, münacat ve na’t, Hülefa-i raşidinin hayatı, kainatın, insanın yaratılışı, bilgi, tasavvuf, fıkhi ve kelami gibi konulardan söz etmektedir. Bu eser bugüne kadar birkaç araştırmacının dışında incelenmemiştir. Kültür hayatımıza sadeleştirilerek kazandırılması gerekmektedir. Kendi deyişi ile bu eseri Vehbi ilimle yazmıştır. Hüda’dan bir gece men kula iy can

Yitişti feyz-ü hem ilham-u ihsan. Müyesser itti yazdum bu kitabı. Bana ilham iden Haktur bu babı. Ne gelürdi hanum menüm elümden. Götürmese hicabı Hak yolunda

İkinci eseri divanı Arapça ve Farsça şiirlerden meydana gelmiştir. Tezkiret-ül evliyayı hatırlatır. Şiirler tasavvufidir. Tercüme-i hali anlatılacakların isimleri alfabetik sıraya göre düzenlenmiştir. Kimden söz edilecekse özellikleri ile beraber bölümlere ayrılmıştır. Şeyh Baba Bu eserinde Şeyh İzzettin Yusuf Hakiki mahlasını kullanmıştır.

Diğer bir eseri de Risaletün-nuriyedir. Bu eserin dili Arapçadır. Konusu itibariyle Allah dostlarının özelliklerini edebi bir dille açıklar. Manzum şekilde kaleme alınmıştır. Allah (C.C) hamd, Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) salat-u selamla başlar, dua ile son bulur. Bu eser Antalya Tekelioğlu kütüphanesi 297.701 numara ile kayıtlı olup, Hacı Osman zade Mehmet Ağanın vakfıdır.

On eseri tefsiridir. Farsça kaleme alınmıştır. Eserin hacmi bilinmiyor. Eldeki birinci cilt incelendiğinde Fatiha suresinden Kehf suresine kadar tefsir edildiği görülür. Kuran-ı Kerimde yüz on dört sure bulunduğu düşünülürse, müellif on sekizinci sureye kadar tefsir ettiğine göre bu tefsirin kaç cilt olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu tefsir Kur’an-ı Kerim satır aralıklarına kırmızı mürekkeple Farsça olarak, kırık meal denilen tarzda yazılmıştır. Eserin geriye kalan kısmı nerede olduğu bilinmemektedir.

Şeyh Baba Yusuf’un kalıcı eserlerinden biriside Sivrihisar’da 1492 tarihinde yaptırdığı camiidir. Bugün Kurşunlu camii olarak bilinen bu eserin ismi kaynaklarda Cami-i Beyda (Beyaz Camii, Baba Yusuf Camii olarak belirtilir. Kitabesi şöyledir.

1- Baba Yusuf bir cami yaptı-Yüce Allah’ın rızasını isteyerek-Zamanında O’nun ışığını süren gelmedi.

2- Bir at O’nun terbiye alanında yarışıyor. (Allah’ım) cennette seninle görüşme gününde, orada (Bu camide) secde ve rükû eden bir kuluna görüşmeyi kolaylaştır.

III. Kudsiyyü tarih de buyurdu -Kim oraya girdi güven içinde oldu. Sene sekiz yüz seksen dokuz.

Kendi yaşadığı dönemden itibaren günümüze kadar eserleri ulaşan, dilden dile, elden ele gönülden gönüle dolaşan büyük insanı tanımak ve tanıtmak görevimiz olmalı düşüncesiyle yazmaya çalıştığımız yazımızı O’nun şu beyitleriyle bitirelim.

İlimdür bildiren hak ne ya batıl. Yolunı gösteren sana iy gafil. İlim eyler eri maksada vasıl. İlimsüz olmadı hiç kimse kamil

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

5- KEPEN KELEMİ

Kelem; Farsça bir kelimedir. Manası kış güneşi demektir. Latincesi lahanadır. Turpgillerden, geniş ve kalınca kat, kat yaprakları olan güz ve kış sebzesi olarak yetiştirilen bitkidir.

Ülkemizde yetişen çeşitleri; A) Başlı lahana, alabaş, kıvırcık, beyaz, kırmızı başlı türleri vardır. B) Yapraklı lahana, karalâhana olarak bilinir.

C) Brüksel lahanası vb. Kelem sarı çiçekli, iki veya çok senelik bir sebzedir. Birinci yıl yaprakları oluşur, ikinci yıl çiçek açıp tohuma durur.

Kelem Yukarı kepen, Aşağı kepen köylerinde yetiştirilir. Eskişehir ve çevresinde yaprağının beyaz rengi inceliği, yumuşaklığı ve lezzetti tadıyla ün salmıştır. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi yetiştirildiği toprak, ikincisi sulamada kullanılan sudur. Yetiştirildiği toprak killi ve kumludur. Sulamada kullanılan su; Yukarı kepende Keban başı denilen çayırın beş altı yerinde 15-16 c derecede sıcaklığında çıkmaktadır. Daha derinlerde sıcaklığın daha fazla olması gerekir. Sertlik derecesi 6-7 F’dir.

Bu su Kepen çayı olarak bilinmektedir. Bu su tarımda ancak nisan-ekim ayları arasında kullanılmaktadır. Diğer aylarda atıl olarak boşa akmaktadır. Hâlbuki on sekizinci yüzyıl insanı bu suyu daha verimli olarak kullanmaktaydı. Bu suyun geçtiği yerlerde bilinen harabe üç tane su değirmeni bulunmaktadır. Kepen Çayı kanallarla taşınarak uygun bir yerde gölet yapılabilir. Veya boşa aktığı aylarda şişelenerek içme suyu olarak pazarlanabilir. Böylece ülke ekonomisine daha çok katkı sağlar.

Köküyle beraber sökülen beyaz kepen kelemi baş kısmı gövdesinden ayrılır. Ayrı bir yerde mart-nisan aylarında kök ve gövdesi gömülür. Buradan sarıçiçekler açar sonra tohuma dönüşür. Gelecek yıl bu tohumlardan fide elde edilir. Mart ayının sonlarında evlek veya tahta olarak isimlendirilen yerlere usulünce ekilir. Fide üç ,dört yaprak ve on beş, yirmi santim boyuna gelince dikime hazır demektir. Kelemin dikileceği yerler, sulamasının ve bakımının ekonomik olması düşünülerek evlek haline getirilir. Evleklere enine en fazla üç tane olmak üzere el çapasıyla beş altı santim derinliğinde emen denilen çukurlar açılır. Bu emenlere çiftlik gübresi özellikle koyun gübresi (kön) karıştırılır. Koyun gübresi bulunmazsa, kışın sobada yakılan tezek, kemre vb. nin külleri kullanılır. Fideler özenle dikilir. Eğer toprak fidenin köküyle iyice sıkıştırılmasa can suyu verilirken fideyi su alır götürür.

Fidelerin dikiminden hemen sonra san suyu verilir. Bir hafta on gün sonra birinci çapası yapılır. Çapadan üç beş sonra Kepen çayından salma suyla sulanır. Haziran ve Temmuz aylarında on beş yirmi günde bir ağustos ayından sonra yirmi otuz günde sulaması yapılır. Her sulamadan sonra yapraklar evleği kapatıncaya kadar tavında çapa yapılır. Zamanından önce sık sık sulama yapılırsa kelemleri su vurur, az su verilirse gelişimi yavaşlar, verimi düşer. Geceleri sıcaklıklar düşmeye başlayınca kelemler dürmeye başlar. Çünkü kelem serin ve soğuk iklimi suyu seven bir bitkidir. Ağustos ayının ortalarına doğru dolmalık kelemler tek tük ortaya çıkar.

Kepen keleminden yörede yağlı koyun kıymasından, kıyma ile dene belirli oranlarda karıştırılarak acılı ve sade meşhur kelem dolması yapılır. Sadece göce kurutulmuş iğe (kaburga) etiyle göce dolması, pirinçle yalancı kelem sarması da yapılır. Kepen kelemin beyaz yaprakları parçalanmadan toprak küpte, cam kavanozda su turşusu ve sirke turşu ,yaprakları satır ile ince ,ince kıyarak içine nane ve kıyılmış acı biber katarak sirkeli kıyma turşusu da yörede ün yapmıştır. Kepen keleminden kapuskadan, çorbaya, salatadan grutene kadar onlarca yemek yapılmaktadır.

Kepen kelemi B,C,E,U vitaminlerini bünyesinde barındıran organik asitlerle harmanlanmıştır. Potasyum, kalsiyum, kükürt, demir, bakır ve magnezyum gibi minareler açısından zengindir. Eski medeniyetlerde bitkisel ilaç olarak tıpta kullanılmıştır. Kepen Kelemi şifalı bir sebzedir. Vücut direncini artırır. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Mikrop öldürücüdür. Çıban, yara ezikler ve ses kısıklığına etkilidir. Kansızlık çekenlere, astımlılara faydalıdır, göğüs yumuşatıcı, balgam ve idrar söktürücüdür. Kabızlığı giderir. Romatizma ve siyatik şikâyetlerini azaltır. Çiğ kelem veya kelem suyu başta mide ve bağırsak ülseri olmak üzere ülsere karşı koruyucu ve iyileştirmeye yardımcıdır. Kandaki şeker oranını azaltır. Sarılık ve safra kesesi hastalıklarına faydalıdır.

Kepen kelemi yetiştirmek emek isteyen, yorucu uğraştır. Buna rağmen bu kıymetli ürün çarşıda pazarda ucuza bulunan bir sebzedir. Kepenli yetiştiriciler bu ürünün, depolamasını, pazarlamasını şehirlerde birlik olarak bizzat kendileri yapmalılar. Yetiştirici dernekleri kurmalı mevcut derneklerle işbirliği içinde olmalılar. Ayrıca bu ürünü ilaç sanayinden gıda sanayine kadar bütün girişimciler değerlendirmelidir. Örneğin kelem dolması mevsimine göre ayaküstü yiyecekte marka haline getirilmeli, lokantalarda, yemek salonlarında aranan yemek olmalıdır. Sağlıklı mutlu günler dileği ile…

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

6- ASIRLARIN ŞAHİKASI

Yunus Emre kaynaklarda on üçüncü yüzyılın sonlarında yaşadığı belirtilir. Bu devir Anadolu Selçuklu devletinin son demleridir. Selçuklu gücünü yitirince Anadolu toprakları da Moğol istilasına uğrar. Anadolu halkı kendilerini dehşet, korku, yokluk ve açlığa boğan Moğollara boyun eğmek zorunda kalır. Çünkü Moğollar önlerine gelen her şeyi yakıp, yıkıp yok eder. Ancak Anadolu insanının ortaya koyduğu medeniyetleri, kültürleri duygu ve düşünceleri öldüremiyorlardı.

Anadolu insanı kandan, kinden usanmış sevgi ve muhabbeti arar olmuştu. Horasan erenleri; Hacı Bektaşi Veli, Sarı Saltık Yunus Emre ve Mevlana Celaleddin Rumi Anadolu insanın çığlığına kulak vermişti. O günlerde Konya, Kayseri, Sivas, Erzurum ve Bağdat gibi şehirler dünyanın en önemli ilim merkezleridir. Yunusun bazı mısralarından Konya’da medrese eğitimi gördüğü hatta Hz Mevlana’nın dergâhına meclisine bir süre devam ettiği kanaati doğuyor.

Mevlana Hudavendigar bize nazar kılalı. Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır. Yunus’un bu sözünden sen mani anlarısan. Konya minaresini göresin çuvaldız. Kayseri Tebriz ü Sivas Nahcuvan Maraş u Şiraz. Gönül sana Bağdat yakın âlemlere divanesin.

Ayrıca Yunus Emre ile Nasreddin Hoca’nın çağdaş olduğunu düşünebiliriz. Ancak bugüne kadar bu konu hakkında bir çalışma yapılmamıştır. Üniversitelerimizin ilgili bölümleri bu sahada araştırma yaparlarsa Yunus Emre ile Nasreddin Hoca hakkında daha sağlam delillere dayanan bilgilere ulaşabiliriz.

Yunus Emre’nin meşhur Risaletü’n-Nushiye isimli mesnevisindeki mısralarında O’nun mütefekkir, mutasavvıf yönünü görebiliriz. Bu eserde iman, akıl, ateş, hava, su, toprak gibi dört unsur, yaratan ve yaratılandan bölümler vardır. Eserin nesir olarak yazılmış kısmında ruhtan, nefisten; Öfke, sabır gibi insanın psikolojik davranışlarından, bu davranışların kötü olanlarından kurtuluş yolu gösterilmeye çalışılır.

Bu mesnevi Yunus’un ümmi (okuma yazma bilmeyen) olmadığını Hint-İran-Yunan mitoloji (efsane) lerinden haberdar olduğu, Kur’an-ı Kerim, Hadis ve diğer İslami ilimleri bildiğini, tasavvufun en ince meselelerine vakıf olduğunu göstermektedir. 

Süleyman zenbil ördi kendi emeğin yirdi.Anunla buldılar anlar berhudarlığı. Gökyüzünde İsa ile Tur dağında Musa ile. Elindeki asa ile çağırayım Mevla’m seni 

   Yunusun savunduğu ahlak, öncelikle herkesi davet ettiği İslami ahlaktır. İslam’ın dayandığı temel kaynaklar kitap ve sünnet’e uymağa çağırır. Yunus şiirlerini sanat kaygısı ile değil din gayreti, tasavvuf yolunda dillendirmiştir.

Evvel kapı şeriat emri nehyi bildirir. Yuya günahlarını her bir Kur’an hecesi.Müslüman’ım diyen kişi şartı nedir bilse gerek. Tanrının buyruğun tutup beş vakit namaz kılsa gerek. Mescid de medresede çok ibadet eyledim. Aşk adına yanuban ondan hâsıla geldün. Sen hak peygambersin şeksiz gümansız. Sana uymayanlar gider imansız.

 Yunus’un bu çabası O’nun mesnevi ve divanının günümüze kadar gelmesine engel olmamıştır. Aksine felsefe, ahlak ve edebiyat gibi bilim ve sanatta günümüze kadar etkisini göstermiştir. Her düşündeki insan O’nun mısralarında kendini bulmuş, kendine göre yorumlamıştır. Yunus Emre batıdaki varoluşçu felsefeye öncülük etmiştir. O’nun düşüncesinde Gabriel Marcel ve Karl Jospers gibi düşünürlere mal edilen görüşlerin tohumlarını görmekteyiz.

  Yunus’un eserlerinin bize kadar ulaşmasında etkenlerden biriside kullandığı sade dildir. O’nun dili on üçüncü ve on dördüncü  yüzyıl Anadolu dilinin bir örneğidir. Halkın içinde yaşayan bu büyük insan halkın duygu ve düşüncelerini dertlerini şiirlerinde yine halkın diliyle aktarmıştır. Şiirlerinde Türkçenin yanında Arapça ve Farsça kelimelerde kullanmıştır. Bu ikilik şiirlerinde kullandığı aruz ve hece ölçüsünde de görülür. Bu da çağının kültür etkisinden gelmektedir.

 Yunus Emre tasavvufu iman ve amel bilinciyle yorumlayarak onu bunalım ve sıkıntılarla dolu bir çağda insanlığın önüne yaşama projesi olarak sunmuştur. Yunus Emre çağının tanığı bir aydın olarak ayrılığı doğuran problemlerin temeline inmeyi bilmiş ve onların çözümüne ilişkin en doğru yolları göstermiş bilgedir.

Mal sahibi mülk sahibi. Hani bunun ilk sahibi. Mal da yalan mülk de yalan. Var birazda sen oyalan.

Dörtlüğü tek başına o çağda serveti, gücü elinde bulunduranlara karşı çağlar ötesinden yüksek perdeden çağlar ötesine asırların şahikasının insanlığa haykırışıdır.  Sağlıklı, huzurlu sevgi dolu günler dileğiyle…  

7- MAHALLİ İDARECİ

Gündemde ki konu mahalli seçimler; İşimiz ilimiz, ilçemiz, beldemiz ve mahallemiz (köyümüz) de yöneticilerimizi seçmek. Sokakta, iş yerinde evde konuşulanlar hep aynı: Bu işi gerçekten hür düşünce ve irademizle mi yerine getireceğiz? Adayları ne kadar tanıyoruz, medyanın, toplum mühendislerinin tanıttığı kadar mı? Tercihlerimizde ne kadar doğru karar vereceğiz. Yoksa seçilmişleri halk olarak onaylayacak mıyız? Bu soruları vatandaş olarak iyi analiz ve sentez ederek cevaplandırmalıyız. Tecrübeli, güngörmüş büyüklerimiz bu konuda zorluk çekmez düşüncesindeyim.

Yönetime talip olan kimse hangi özelliklere sahip olmalıdır? Bizim kültürümüzde, geleneğimizde düşüncemizde inancımızda “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” Zaman tünelinde yüz yıllar ötesine gidelim. Hemşerimiz * Hızır Bey Çelebi (1407-1459) nin hayatında kısaca gezinerek yukarıdaki sorularımıza cevap arayalım.

Osmanlı devletinin başkenti Edirne, tahtta genç sultan ikinci Muradın oğlu İkinci Mehmet’tir. Avrupa’da Grand Turco (Büyük Türk) olarak bilinir. İlime ve ilim adamlarına değer veren padişah bilim adamlarıyla ilmi sohbet toplantıları yapıyordu. Dünyanın her köşesinden bilginler bu toplantıya katılıyordu. Yabancı bir ilim adamı Osmanlı topraklarından gelen bütün âlimleri susturmuştu. Bu duruma İkinci Mehmed üzülür. O sırada Sivrihisar’da müderris (profesör) olarak görev yapmakta olan Hızır Bey Çelebi İstanbul’a davet edilir.

Yabancı bilgin ve Hızır Bey Çelebi arasında âlimlerin huzurunda münazara başlar. Başlangıçta yabancı bilgin Hızır Bey Çelebiyi küçük görür. Ancak sorduğu sorulara kendi dilinde cevap alınca şaşırır. Sıra Hızır Bey Çelebiye gelir. O’nun sorularına cevap veremeyen yabancı bilgin başlangıçta takındığı tavırdan ve mağlup olmanın üzüntüsüyle ilim meclisini ve Edirne’yi terk eder.

Hızır Bey Çelebi İstanbul’un fetih edilmesiyle Fatih Sultan Mehmed tarafından ilk kadılığına getirilir. Kadılık görevleri içinde bugünkü anlamda belediye başkanın yerine getirdiği görevler bulunmaktadır. İstanbul’un ilk belediye başkanı Hızır Bey Çelebi diyebiliriz. O’nun özellikleri; İlim adamıdır. Lakabı ”İlim dağarcığı”dır. Zamanın yabancı dillerini çok iyi biliyordu. Devlet adamıdır. Sipahi, kadı ve müderrislik görevlerinde bulunmuştur. Sanatkârdır. Türk edebiyatında şiirde Kıta’nın son mısraındaki harflerden tarih düşürmenin mucididir.

Bugün doğduğu yaşadığı topraklarda Hızır Bey Çelebi genç kuşaklar tarafından bilinmemektedir. Yerel yönetimlerde görev alacaklar O’nu tanıtıcı panel, seminer sempozyum gibi ilmi toplantılar düzenlemeli, tiyatro, sinema televizyon gibi görsel sanatlarla etkinler yapmalılar. O’nun adı il, ilçe beldelerde bulvar, yol, köprü vb. yapılara verilmelidir.

Yeni yerel yönetimler kanuna göre yöneticilerin yetki sınırları genişletilmiştir. Bu yetkiler çerçevesinde yöneticiler üretime ve istihdama yönelik yatırımlara önem vermeli veya teşvik etmelidir. Tarımdan hayvancılığa, İmalattan Sanayi’ye büyüklü küçüklü bütün sektörleri desteklemeli, küçük esnaflara aracılık ederek üretimden pazarlamaya kadar şirketleşmelerini sağlamalıdır. Şehrimizin ulusal ve küresel marka ürünleri piyasalarda boy göstermelidir. İstanbul, Kocaeli, Bursa gibi büyük şehirlerdeki yerli ve yabancı ortaklıkların Eskişehir ve ilçelerinde yatırım yapmaları için gerekli girişimlerde bulunmalıdır.

Bugüne kadar yerel yönetimlerde görev alan belediye başkanından, il genel meclis üyesine ve azasından, muhtarına kadar herkese yaptığı hizmetlerinden dolayı minnettarız. Tüm yönetici adaylarımıza seçimlerdeki çalışmalarında kolaylıklar, başarılar dileriz. Yerel seçimlerin yöremizin kalkınmasına, halkımıza huzur, ülkemize refah getirmesini temenni ederiz. Sağlıklı, mutlu günler dileğiyle…

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

8- MAHALLİ İDARE

Mahalli idare, yani yerinde idare bu günkü tabirle yerel yönetim, mahalli idarenin başlangıcı insanoğlunun yerleşim merkezlerini kurmasıyla başlar. Buna şehirleşmede diyebiliriz. Şehirleşmenin başlangıcını çok eski çağlara götürebiliriz. M.Ö 3000 yıllarından önce Nil vadisinde ve Mezopotamya’da doğmuş, Filistin, Anadolu, Orta Asya ve İndus vadisinde yayılmıştır. Dünyanın ilk şehir yerleşmesi M.Ö 5500 yılında Konya Çatalhöyük’te olduğu iddia edilmektedir. Çatalhöyük Konya’nın Çumra ilçesi sınırlarında olup ilçenin 10 km doğusunda yer almaktadır.

Günümüzde belde, şehir, diyar, vilayet, eyalet gibi sözcükler yerleşim merkezleri için kullanılmaktadır. Eski Yunan’da cite, polis, akropol Roma’da municipe olarak bilinir. İslam medeniyetinde şehir sözcüğünün karşılığı Medine’dir. Medeniyet bu sözcükten türemiştir. Batı medeniyetinde şehircilik Getto özelliği taşır. Çünkü batı toplumlarında sınıfsal ayrımı(Aristokrasi, Burjuvazi) bulunmaktadır. Şehircilik konusunda İslam medeniyetinde ilk temeller Hz. Ömer (R.A) zamanında atılmıştır. Hz. Ömer (R.A) Fustat, Basra, Küfe şehirlerinin kurulmasına ön ayak olmuştur. Emeviler zamanında Şam şehri su tesisatlarının mükemmelliği ile dikkat çeker.

Abbasi halifesi Mansur Bağdat şehrinin kuruluşu sırasında yer seçimi ve yerleşim planı konusunda bizzat ilgilenmiştir.” Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” sözü günümüze kadar söylene gelmektedir. İslam âlimi İbn-i Haldun Mukaddime adlı eserinde şehircilik konusuna detaylı olarak yer vermektedir. Müslümanların bu günkü modern şehircilik anlayışının ötesinde kurdukları şehirlerin isimleri saymakla bitmez. Parklarıyla meşhur Hille, Samarra, Bağdat, Basra, Kurtuba, Fas, Semerkand, Buhara… Miladi 8.yüzyılda Küfe100bin,Basra 200bin ve Bağdat 2 milyon üzerinde nüfusa sahipti.

İslam tarihinde belediyeciliğin temeli hisbedir. Hisbe; Devlete ait bir görevdir, vazifesi çarşıları kontrol etmek, dinin adabını sağlamak, tüccarların ve sanatkârların ölçü tartı, standartlara uygunluk konularında hile yapmasını önlemek, piyasa fiyatlarının üstünde mal satmalarına, kaliteyi düşürmelerine engel olmaktır. Hisbe görevini yürütmekle görevli olan kişiye “Muhtesib” denir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) Hz. Ömer(R.A) i Medine’de, Said b.As (R.A) ı Mekke’ye ilk muhtesib olarak görevlendirilmiştir. Muhtesibler genellikle erkeklerden seçilmesine rağmen bu konuda kadınların görevlendirildiği bilinmektedir. Bunun ilk örneği, Hz. Muhammed(S.A.V)in Medine çarşısının denetimi için Hz. Şifa binti Abdullah (R.A)ı görevlendirmesidir. Muhtesib isimi zamanla Şehremini, Şehremaneti 1857 yılında Belediye Reisi olarak söylenmeye başlanmıştır.

Dünyada ilk belediyeler kanunu 2.Beyazıt tarafından, yine ilk çevre temizliği nizamnamesi de 1538 yılında Osmanlı Devleti tarafından çıkartıldı.

Belediye terimi; ortak menfaatler ve karşılıklı ihtiyaçların zorlaması ile bir beldede oturan halkın, beldelerine ve dolayısıyla kendilerine ait meseleleri, hükümetin kanunla belirlediği sınır ve sorumluluk dairesinde seçmiş oldukları vekilleri vasıtası ile halletmeleri veya bir şehrin umumi işleri ve sair ihtiyaçlarına bakan idare olarak tanımlanır. Kısaca belediyecilik doğumla ölüm arasında her zaman ilişki olan sosyal hizmetler zinciridir. Belediye halkın sosyal hizmetleri alabilmek gayesiyle seçimle göreve getirdiği yerel yönetim biçimidir. Sağlık, mutluluk dileği ile.

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

9- EĞİTİM ÖĞRETİMDE DİSİPLİN

Çalışma, insan eğitiminde de önemli bir unsurdur. Çalışmanın verimliliğini tayin eden unsurlar ise ruh yapısı ve bilgidir. Bedenin şartı, ruhi yapısı kişinin çalışmayı sevmesi, bilginin şartı, belli bir bilgiye sahip olma ve bilgilerin nasıl kullanacağını bilmektir. Kişinin sahip olduğu işi de sevmesi de çok önemlidir. İşini sevmeyen bir insan o işin sahibi olmaktan çok o işin esiridir.

Bugün aile okul ve öğretmenden başka çocukların eğitimi bakımından devletin kontrolü altında bulunduracağı kurumlar vardır ki bunlar; internet, bilgisayar, cep telefonu, radyo, televizyon basılı yayınlar… Un, şeker tuz tehlikeli üç beyaz insan bedeni için kontrollü kullanılması gerekli ise, internet, cep telefonu ve televizyon tehlikeli üç ekranda insan psikolojisi için kontrollü kullanılması gerekir. Benimsenmiş milli bir şuurla devlet bu kurumları ele almazsa en iyi öğretmenin ve ailenin emekleri boşa gider. Eğitim ve öğretimde verimi ve başarıyı artıran faktörlerden biriside disiplindir. Bir bakıma öğrencilere karşı etkili olma, onların davranışlarını kontrol altına alma sanatı olan disiplin problemi, aynı zamanda bir eğitim problemi olarak karşımıza çıkar. Eğitimde disiplin denilince ilk planda öğrencilerin hareket ve davranışlarının geliştirilmesi için onları sistematik bir eğitime tabi tutmak akla gelir. Sadece bilgi ve beceri kazandırmaya yarayan bir disiplin, ikinci dereceden bir öneme haizdir. Bir şeyin nasıl yapılacağını bilmek yeterli değildir. Öğrenci verilen sorumluluğu, üzerine aldığı görevleri yerine getirebilmelidir.

Disiplinsiz bir eğitim düşünülemez. Ancak bu disiplin öğrencilerde bulunan canlı kuvvetlerin söndürülmesi şeklinde değil de, onlara olumlu bir yön verme biçiminde anlamalıdır. İyi bir disiplinin görevlerini şöyle sıralayabiliriz; 1) Kişilerde sosyal düzene göre hareket etme duygusu uyandırma 2) Onlarda bütün davranışlarında daha iyiyi, daha doğruyu görme özellikleri geliştirmek. 3) Davranış bozukluğundan doğacak problemleri önlemek. 4) Kötü yollara sapmadan çözüm bulmak 5) Gerek okul gerekse çevredeki uyumsuzluk sebeplerini ortadan kaldırmak suretiyle uygun düşünüş tarzlarının, hal ve gidiş alışkanlıklarının sağlam bir tarzda kökleşmesini sağlamak…

O halde disiplini öğrenciler topluluğunun belli bir düzen içinde hareket etmelerini temin etmek maksadıyla, konulan kurallara ve hükümlere uyma, bunların yerine getirilmesi için davranışlarını kontrol etme halidir. Gerek okuldaki ve gerekse çevredeki uyumsuzluk sebeplerini ortadan kaldırmak suretiyle uygun düşünüş ve davranış tarzlarının sağlam bir şekilde yerleşmesini sağlayan tedbirler şeklinde tarif edebiliriz.

Eğitim ve öğretimde aşamalı olarak kullanılan disiplin çeşitlerini bilmek ve uygulamak zorundayız. Bunları sırasıyla inceleyelim.

1)- EĞİTİCİ VE YAPICI DİSİPLİN; Öğrencilere güzel örnekler gösterip, onların yapılmasını istemekle temin edilebilir. Eğitici ve yapıcı disiplinde olayların, disiplinsizliğin ortaya çıkması beklemeden tedbirlerin alınması, yaşamaya elverişli şartların önceden düşünülerek hazırlanması gerekir. Öğrencilere okul etkinliklerinde yasaklara değil, yapılması gereken, uygun görülen, beğenilen hareketlere değer verilir. Bu yasak yapma denilecek yerde şunu yap denir. Verilen bütün emirlerin imkân ölçüsünde bütün sebepleri samimi bir şekilde açıklanır. Eğitici ve yapıcı disiplin, öğrencilerin ilgilerini kişiliklerini, hürriyetlerini öğrenme, şevk ve meraklarını baskı altında tutmayan, emir, korku veya ceza yolu ile öğrencileri sevk ve idare etmekten son derece sakınan eğitici bir disiplindir.

2)- ÖNLEYİCİ DİSİPLİN; Bunun koruyucu bir özelliği vardır. Buna göre öğrenciye önceden bilgi verilir ki, davranışlarını yine kendisinin kontrol altında tutması temin edilsin. Bundan önceden belirtmek ve bildirmek suretiyle öğrencileri bir takım sosyal kusurlardan vazgeçirmektir. Ancak öğrencileri sosyal ve ahlaki kusurlar ve suçların neler olduğu hakkında bilgi vermek, tecrübe ve alışkanlık kazandırmak gerekir.

3)- DÜZELTİCİ DİSİPLİN; İşlenen kusur ve suçlar sonunda verilen ceza korkusu işe yaramadığı anda uygulanır. Ceza bir öç alma duygusu veya korkutma duygusu uyandırmak değil, öğrenciye yaptığı hareketlerin uygunsuzluğunu anlatmak bu tür hareketlerin tekrarını önlemek maksadıyla yaptırımcı güçtür.

Öğrenci herhangi bir disiplini bozucu davranış içine girdiği veya bir suç işlediğinde, suç işleyende ceza verecek yetkilide psikolojik gerginlik içinde iken duruma derhal müdahale edip ceza vermek yerine, öğrenci bir müddet ayrı bir yerde kendi haline bırakılır. Böylece onun kendi hareket ve davranışını muhakeme analiz ve tenkit etmesine kendi kendisiyle hesaplaşmasına imkân verilmek suretiyle pişman olması, özür dilemesi af istemesi kolaylaşır. Ancak onları işlediği bir suçtan dolayı da af istemeye mecbur etmek iyi bir netice vermez. Böyle bir isteği kendisinin duymasına yardım edecek ortamın oluşturulması gereklidir.

Disiplinde istenilen verimi alabilmek için öğretmene düşen görev öğrenci ilişkilerini rehberlik anlayışına göre düzenlemeli. Öğretmen öğrencilerine sevgi ve şefkat duygularını bir annenin, babanın evladına hissettirdiği gibi hissettirmeli ki karşılıklı bir güven ortamı oluşabilsin ve böylece disiplinsizlik olayı azalır. Eğitim ve öğretimde verimlilik artar. Eğitim ve öğretimde verimli olabilmek için öğretmen bir diktatör, ya da bir patron değil, bir rakip değil, öğrenci faaliyetlerine önderlik eden çalışmaları yöneten bir kimse olduğunu hissettirmelidir.

Öğretmenin manevi otoritesi, çalışma sevgisi, işlerine itina göstermesi, iyilikseverliğini, anlayışını öğrencilerine karşı sevgisini açıkça belirtmesi gibi müspet kişilik özellikleri, öğrencileri kendi kendine doğal olarak disiplin altına almaya sevk ederek eğitim ve öğretimin verimli olmasını sağlar. Öğrencilere daima iyi muamele eden; adil, güzel konuşan, öğrencilerinin problemleriyle ilgilenen iyi kalpli, doğru ve temiz ahlaklı, öğrencilerin her kusurunu görmeyen ve bazı kabahatlerini affeden, öğrencileri ile alay etmeyen ve çabuk sinirlenmeyen kişilik özelliklerine sahip öğretmenin disiplini teminde etkisi büyüktür.

Okulun çok büyük, çok sınıflı ve çok kalabalık oluşu, şubelerin oluşturulmasında zekâ, yetenek kişisel ve toplumsal farklılıkların göz önünde tutulmaması verimi etkileyen sebeplerdendir. Öğrencinin fiziki noksanlıklarının eğitimi ve öğretimi olumsuz yönde etkilediği bilinen gerçektir. Fiziki noksanlığı bulunan öğrenci diğer normal öğrenciler ile birlikte aynı sınıfta bulunuyorsa bu öğrenciyi çevresinde kendisini kabul ettirmek için disipline aykırı davranışlara zorlayabilir. Bu durum, özellikle bir alandaki eksikliğini başka bir alanda tamamlayamayan aşağılık duygusuna kapılan öğrencilerde daha fazla görülür.

Her ne kadar otorite eğitimde vazgeçilmez bir şarttır denilse de bunu baskı ve dayakla sağlamak mümkün değildir. Çünkü sınıfında iyi bir disiplin sağlamak için sırf öğretmenlik sıfatının verdiği otoriteye güvenen öğretmen hayal kırıklığına uğrar. Otorite öğretmen tarafından öğrenci psikolojisine uygun bir şekilde kullanılmalı. O zaman, öğretmen korkulan, önünde boyun eğilen değil, sözü dinlenilen, sevilen, sayılan ve peşinden gidilen bir rehber öğretmen olur. Öğrencilerinin üzerindeki etkisi sadece sınıfa ve ders saatlerine yansımaz, bütün hayatlarına damgasını vurur. Öğrenciler tarafından en çok sevilen öğretmenin özellikleri; Öğrencilerin çalışmalarına yardım eder, dersleri açık anlatır, neşeli hoş şakaya gelir, samimi arkadaşça öğrencilerden biri gibi davranır. Öğrencileriyle ilgilenir ve onları anlar.

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

10- YA ÖĞRETEN OL, YA ÖĞRENEN

Öğretmen, aile gibi görgü ve terbiye yanında bilgi de aktardığında, önem sırası itibariyle ailenin dahi önüne geçer. Öğretmen bir nesilde biriken görgü ve terbiye, bilgiyi diğer nesillere aktaran toplumun en önemli parçasıdır. İnsanların, hayatla mücadelesini sağlayan refaha ve haysiyete dayanan bir yüksek hayat tarzını mümkün kılan kişidir. Öğretmen bilgi aktarırken insanı işleyen kültür veren onu hayatı boyunca etkileyecek olan kişidir. Öğretmenden beklenen kültür kavramı insanlar için çok önemlidir. Çünkü bilgili olmak, kültürlü olmaya yetmez. Gözleri görmeyen bir insana, yol göstermesini, rehberlik etmesini bilen kurt köpeği belli ölçüde bilgi edinmiştir. Şimdi bu köpeğe kültürlüdür diyebilir miyiz? O halde biz öğretmenin niteliklerini şu cümle ile özetleyebiliriz. İnsanları hayata hazırlayan bilgi ve kültür veren insanları yönlendirme sanatkârıdır.

Kalkınma politikasında en önemli konu eğitim ve öğretim anlayışı ile ilgilidir. Çok savunulan bir anlayışa göre herkesin genel eğitim ve öğretimden yani herkesin ilköğretimden geçmesi ve okur-yazar oranının yüzde yüze çıkarılması ile ülkenin kalkınacağı zannedilmiştir. Bu anlayış öğrencinin birinci plana, öğretmenin arka plana konmasını gerektirir. Hâlbuki buradaki amaç ilköğretim öğrencilerine yüksek seviyede bilgiler vermek yerine, onların iyi bir eğitimle yetişmelerini sağlamak olmalıdır. Çünkü eğitmek, öğretmekten daha zor ve önemli bir iştir.

Öğretmenin görevi öğrencideki kabiliyeti ortaya çıkarmak ve onun gelişmesine yardımcı olmaktır. Bunu yapabilmek için de öğretmenin kabiliyetli ve iyi yetiştirilmesi gerekir. Aksi halde öğretmen kendinde olmayan bir şeyi başkasına veremez, inat edici bilgiye sahip olmayan öğretmen, öğrenci karşısında ancak spikerlik hizmeti yapar.

Öğretmen mesleki formasyonunu almış ve çağın gereklerini yerine getirebilen manevi değerlere bağlı ileri görüşlü, aydın fikirli ve sevgi dolu, müşfik olmalıdır. Öğretmen belli bir sistem etrafında, belli bir konuyu işleyen değil, dağın kalbini, ağacın acısını kuşun ele avuca sığmazlığını yani her şeye yürek ve ruh katarak veren; böylece kuru toprak parçasına vatan, dağ, heybet, mezar taşında şehidin serencamını hissettirendir.

“Karanlığa küfredeceğine bir mum yak.” Diyen Konfüçyüs insanı hep bir göreve ve sorumluluğa çağırır. Bu görev ve sorumluluğu bilinçli bir şekilde yerine getiren öğretmendir. Medeniyetlerin kurulması ve yaşatılması düşünür ve bilginlerle mümkündür. ”Ya öğreten, ya öğrenen ol.” emri insanı şekillendirmeye çağıran bir davet, şekillendiriciye ise bir övgüdür.

Öğretmen, öğrencilerin genel olarak iyi bir gözlemci olduğunu, iyi bir hâkim olduklarını hatırdan çıkarmaması gerekir. Öğrenciler çifte standart davranan, tercih yapan, taraf tutan öğretmenden nefret ederler. Hoşnutsuzlukla bizim öğretmen adil değil derler. Onun için öğretmen her öğrenciye aynı derecede hakkını vererek, tarafsızca ve anlayışla hareket etmek zorundadır.

Öğretmenin görevi öğrencilerde ilgi uyandırmak ve onları öğrenmeye karşı motive etmektir. Öğrenme dikkat isteyen, çaba isteyen etkin bir oluşumdur. Öğrenci ne kadar çok çalışırsa, ders dinlerse o kadar kolay öğrenir ve öğrendiklerini o kadar hafızasında uzun süre saklayabilir. Bu nedenle öğretmenin yapacağı ilk iş öğrencinin derse karşı ilgisini arttırmaktır. Bunun içinde öğretmen önce dersi ve kendisini öğrenciye sevdirmelidir. Eğer öğrenci öğretmenini severse hem onun sözlerine karşı inanmaya eğimli olacak, dersini dikkatle dinleyecek hem de onu örnek alıp hareketlerini taklit etmeğe çalışacaktır.

Öğretmen öğrencilerin bilmedikleri şeyleri serbestçe sormalarına fırsat vermelidir. Bu öğrencinin derse karşı hem ilgi duyduğunu gösterir, hem de ilgisinin artmasını sağlar. Öğretilen konuların kendileri için bir takım yararlar sağlayacağına öğrencileri inandırmalıdır. Öğrencilerin, faydasına inanmadıkları şeylere canla başla çalışmalarını ümit etmek bir hayaldir.

Uygarlığın gerçek ölçüsü ne nüfus ne şehirlerin büyüklüğü, ne ekonomik gelişmişlik nede yetiştirilen üründür. Sadece ülkenin nitelikli eğitim ve öğretim sayesinde yetiştirdiği insan tipidir.

24 Kasım öğretmenler gününde, ahrete göçmüş öğretmenlerimize Cenab-ı Allahtan rahmet niyaz ederiz. Tüm öğretmenlerimiz ve eğitim çalışanlarımızın öğretmenler gününü tebrik eder, sağlık mutluluk başarılar dileriz.

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

11- ORTAÖĞRETİMDE AMAÇ

Bir toplumun geleceği, medeniyetinin küçük ama ileride kahraman olabilecek çocukların sayesindedir. Çocuklar geleceğin yolcusudur. Onların rehberi öğretmendir. Ortaöğretimde amaç iyi bir eğitim almak olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında yeterli bir eğitim alan öğrenci toplumla bütünleşerek, günlük hayatında ihtiyaç duyacağı bilgileri edinerek, gelecekteki hayatı için yön verici problemlerini çözücü bir başlangıç olacaktır.

Öğrencilerin kendilerini daha yeterli hissederek, yaşama daha güvenli bakmaları sağlanabilecektir. Üniversite ve yüksek öğretim kurumlarının öğrenci yerleştirmedeki sınırlı imkânları sebebiyle, ortaöğretim kurumları bir yarış alanına çevrilmiştir. Türkiye’deki ortaöğretim kurumlarında öğretimin aynı düzeyde verilemeyişi bu yarışın eşit şartlar altında gerçekleştirilmesine imkân vermemektedir.

Genellikle üniversite ve yüksek öğretim okullarına girebilen öğrencilerin çoğunluğunu büyük şehirlerdeki bilinen, belirli liselerden mezun olan öğrenciler oluşturmaktadır. Ayrıca değişik sosyo-ekonomik şartlar altında yetişen öğrenciler farklı ölçülerde faydalanabilmektedirler. Bu durum geleceğe kuşku taşıyan gençler ortaöğretimdeki aldıkları öğretimi ciddiye almadıklarından başarısızlıkları ve verimsizlikleri yaygınlaşmaktadır.

Ortaöğretimin kendisini, üniversiteye girebilmenin ötesinde hiçbir şey kazandırmadığını gören genç, güvensizlik duyduğu ortamda öğretim sistemini eleştirmeye başlayacak, daha sonra da bu eleştiriler gittikçe büyüyen bir biçimde yönetim eleştirisine dönüşebilecektir. Gençliğin eğitim kurumlarıyla olan anlaşmazlığı, toplumdaki diğer kurumlarla da çelişki içine girmesini kolaylaştırıcı bir rol üstlenmektedir. Gencin özellikle gelecekle ilgili aşırı güvensizliği onu sağlıksız bir psikolojik gelişim içine ittiği, bunun da daha çok sosyal problemleri beraberinde getirebileceği söylenebilir.

Eğitim sistemi aileden çevreye, çevreden okula bütün sosyolojik kurumlara daha alt düzeyde kitle iletişim araçlarına kadar uzanan ve devletin genel politikası doğrultusunda gerçekleşen öğeler bütünü olarak ele alınmalıdır. Ortaöğretimde başarılı olmanın bir şartı da zamanı verimli halde değerlendirmektir. Zaman kavramı insanın günlük hayatında çeşitli dilimler halinde yer almaktadır. Kişinin hem kendisi hem de başkaları için bütün zorunluluklarından, yaptırımlarından, bağlantılarından vazgeçeceği ve kendi isteği ile seçeceği bir faaliyetle uğraşacağı zaman dilimini bazı bilim adamları serbest zaman veya özgür zaman olarak tanımlamışlardır. Gerçi kişinin bütün hayatını içine alan zaman sürecini verimli bir şekilde değerlendirmesi onun psikolojik ve biyolojik açıdan sağlıklı gelişmesine yardımcı olacaktır.

Genel eğitim sisteminde zamanın her sürecini en verimli şekilde değerlendirmek, uygulanan eğitim sistemini destekleyen bir araç olarak ele alınmalıdır. Öncelikle devletin sunduğu var olan imkânlardan en üst düzeyde yararlanmalıyız. Mesela okulda geçen sürenin eğitsel kulüplerde, okul kitaplıklarında el işi atölyesinde spor salonlarında öğrencilerin hizmetinde değerlendirilmeli. Okuma alışkanlığı kazandırılması, sporun her bir dalında yetiştirilmesi, yeteneklerine göre edebiyat veya görsel sanatlarda becerilerinin geliştirilmesi kısacası öğrencilerin pasiflikten aktif duruma geçirilmesi. Kendimizi gençlere benzetmeye çalışabiliriz, onları kendimize benzetmeye kalkışmayalım. Onlara sevgimizi verebiliriz, ama düşüncelerimizi asla. Çünkü onlarında düşünceleri vardır. Gençlik toplumun geleceği için bir yatırımdır. Gençler yönetilmesi gereken bir kitle değil, yönetime hazırlanan, kendisine, görüşüne ve yaptıklarına değer verilen toplumsal bir güç olarak kabul edilmelidir.

Hayatta başarılı olmanın belirli bir eğitim ve öğretim süreci gerektirdiği genelde yaygın bir inançtır. Toplumda orta öğretimde özellikte liselerde eğitim ve öğretim görmenin sebeplerine bakıldığında ister aile, ister öğrenci açısından birinci sebep meslek edinme olduğu görülmektedir. Böylece eğitim ve öğretim araç olmaktan çıkmakta daha çok amaç olmaya yaklaşmaktadır. Öğrencilerin şahsi problemlerinden dolayı okul başarılarını etkileyeceği bilinen bir gerçektir. Biz eğitimcilerin ve eğitim kurumlarının temel sorumluluklarından biriside bu tür problemlerin tespiti ve çözümünde öğrencilerimize etkili bir biçimde yardımcı olmaktır. Bu anlamda sınıf rehber öğretmenliği ve okul rehberlik servisine büyük sorumluluklar düşmektedir. Okuldaki eğitim ve öğretim faaliyetlerinin ana unsurlarından birisi hatta en önemlisi öğretmendir. Değişen eğitim anlayışları ve eğitim öğretim yöntemleri gelişen eğitim teknoloji karşısında öğretmenin önemi azalmamış aksine artmıştır.

12-EĞİTİM ÖĞRETİM

Her toplum için geçerli davranış kalıplarının sosyalleşme ve sosyal denetim aracılığıyla gerçekleştirilen, çocuğun ailesi içinde başlayıp, çevresi ile sürdürülen okul dönemini de içine almak suretiyle mesleki eğitimi de kapsayan hayat boyu sürüp giden etkinliğe eğitim denir.

Öğretim; Gayesine ulaştırıcı özellikteki kurumlarda önceden belirlenen program ve kurallar çerçevesinde gerçekleştirilen bir sosyolojik etkinlik olup diploma ile belgelenir. Eğitim ve öğretim birbirini tamamlayan iki unsurdur. Eğitim insanların birbirleri üzerindeki tabii etkilerini ve sonuçta meydana gelecek davranış değişikliklerini planlı ve kontrollü bir biçimde yapma işidir. İlgili ve sorumlu kişiler bu işi belli değerlere dayanarak ve görev alarak yaparlar. Eğitim kişiyi ve toplumu aynı derecede ilgilendiren bir iştir. İnsan bütün beceri ve kabiliyetini yine insanlar arasında yetişmekle geliştirebilmektedir. Kısaca eğitim ve öğretim insanı küçük yaşlardan itibaren hayata hazırlama demektir.

Eğitim ve öğretim insan hayatı boyunca aile, okul ve çevre üçgeninde meydana gelen bir olgudur. Eğitim ve öğretim ailede başlamaktadır. Okul yaşına gelinceye kadar, anne baba, sonrada öğretmen bir insanın hayata, daha doğrusu hayatın gerçeklerini, zorluklarını karşılamaya, onlara karşı koymaya hazırlanmasını sağlayan kişilerdir.

Ailede, insan çocuk yaşlarda bilgiden çok, çevresiyle olan ilişkilerini düzenleyici davranış özellikleri kazanmaktadır. Görgü terbiye, dediğimiz kavramlar aslında bu davranış özelliklerinden gelmektedir. Hayata hazırlanırken; İhmali mümkün olmayan aile görgü ve terbiyesi insanlarda çok küçük yaşlardan itibaren şahsiyetin oluşmasını, daha doğrusu güçlü ve zayıf karakter ile şahsiyetlerini meydana getirmektedir…

Eğitim süreci, nitelikli insanı yetiştirmeye çalışan bir faaliyet bütünüdür. Nitelikli insan, nitelikli eğitimin sonucudur. Eğitim yolu ile yetiştirilmesi hedeflenen insan tipinin özellikleri; bilgi ve beceri sahibi olmakla beraber en üst seviyede kendini ifadelendirmeyi, kendini gerçekleştirmeyi ve gizli güçlerini açığa çıkarmayı amaçlayan, bu amaçla kendini yönetebilen bir güce sahip olan insandır.

Eğitimin kalitesini yükseltmek yolu ile yetiştirmeyi amaçladığımız insanın sahip olduğu bilgileri sadece zihinsel değil, davranış ve tutum düzeyinde de yansıtabilen üretici bir insan olması beklenir. O aynı zamanda başkalarının isteklerine ve çevreye karşı da duyarlı olabilen, paylaşmayı bilen, duygu, düşünce ve fiillerinde özgür ve girişimci olabilen ön yargılardan uzak hiçbir fark gözetmeksizin kendini insanlıkla bütünleştirebilen bir insan tipidir. Böylece bu insan doğruyu arayan çalışmayı ve bilgi edinmeyi, verimli olmayı amaçlayan ve giderek tüm evreni kucaklayacak bir sevgi duygusunu taşıyabilir.

Yeni ders yılına başlarken bu gün eğitim, öğretim konusunda karşılaşacağımız zorlukları göz önüne almalıyız. Yeni ders yılının, tüm veli, öğrenci, öğretmen, personel ve eğitim çalışanlarına hayırlı olmasını dileriz.

Bir yıl sonrası ise düşündüğün, tohum ek.. Ağaç dik, on yıl sonrası ise düşündüğün.. Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini,. Halkı eğit o zaman.. Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın.. Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın.. Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen milleti.

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

13- KEPEN EKMEĞİ

Aşağı Kepen, Yukarı Kepen* köylerinde özel fırınlarda pişirilir. Sade ve içli olarak çeşitlendirilir. Sadesine mayalıda denir. Unu köse buğdayından özel elde edilir. Kepekli una yüzde beş, on oranında arpa, yulaf veya çavdar unu katılırsa ekmek hem yumuşak hem de uzun ömürlü olur. İçli ekmekler; Tereyağlı, Şırlanyağlı (Haşhaş yağı), Helimeli (Pişmiş krema) katmer, peynirli, patatesli, haşhaşlı, kakırdaklı, mantarlı pide olarak yapılırdı. Katıtma veya sündürme çeşitlerini de sayabiliriz. Katıtma özel bir ekmek çeşididir. Katıtma yapmak için mayası gelmiş hamurdan bir miktar ayrılır. Üzerine bir miktar un katılarak tekrar yoğrulur. Dinlenmeye bırakılır. Dinlenen hamur yuvarlanarak yirmi, yirmi beş santim uzunluğunda çubuk haline getirilir. İçine bol haşhaş konur, üç dört çubuk birleştirilir. Sade olarak ta yapılır. Sündürme ise acele bir işe gidecek veya acıkanlara ekmek yetişmediği zaman mayası henüz gelmemiş hamurdan bir iki yumak çıkarılır. Yumaklar iki ucundan uzatılır üzerine bolca tereyağı veya haşhaş konularak fırına atılırdı. Bir anda fırında pişirilen ekmeğe ağız denir. Bir ağızda fırının hacmine göre otuz kırk arasında ekmek pişirilebilirdi.

Sabah erken saatlerde ihtiyaca göre bakır hamur leğenine sık dokunmuş elekle un elenir. Maya hazırlanır. Bir önceki ekmek pişirmede özellikle irice yumak hamur maya olarak kullanmak için saklanır. Yeni hamur yoğrulmadan bir gün önce ılık suyla maya tasında yumuşatılır, kullanılmaya hazır hale getirilirdi. Bu işleme maya övündürme (artırma) denirdi. Elenen un ılık suyla önce hamur haline getirilir, maya ve tuz ilave edilerek, kulak memesi yumuşaklığına gelinceye kadar yoğrulur. Hamur yoğrulması meşakkatli bir işti. Hamur yoğuranın alnından boncuk, boncuk ter dökülürdü. Arada terini koluyla hamura düşmemesi için silerdi. Hamur leğenin yeri çok önemliydi. Çünkü mayasının zamanın da gelmesi için belli bir ısıda olması gerekirdi. Kış günlerinde sobanın yanı yaz günlerinde ise leğenin altı ve üstü temiz çıkı veya kalın bezlerle örtülürdü. Kırk elli dakikada hamur kabarır, arada bir kontrol edilir. Eğer kabarmışsa esiran ile karıştırılır. Zamanında hamurun üzeri açılmazsa hamur ekşir. Ekşiyen hamurun ekmeği de ekşi olur.

Sabahın erken saatlerinde kemre veya basma tezeği fırının tam ortasına kalanarak (yakma) fırının tabanı ısıtılmaya başlanır. Mahalledeki komşulara fırın bacasından çıkan dumanla; Bu gün biz fırını kaladık, ekmek pişireceğiz mesajı verilir. Ekmeğe ihtiyacı olan komşular bu mesajı aldıklarında, birbirlerine falancaların fırını bugün kalanmış diye haber uçururdu. Fırın sahibinin kapısı çalmaya başlar. Komşular nöbetlerini alırlar. Hamurlarını yoğurur, hazırlıklarını yaparlardı. Fırının yandığı gün mevsimine göre gece geç saatlere kadar ekmek pişirime işi devam ederdi. Fırın sahibine çoğu zaman ücret ödenmezdi. Taze ekmeğin kokusu öte mahalleden alınırdı. Bazen ağız başına bir ekmek verilirdi. Ekmek pişirme sırasında kadınlar arasında doyumsuz sohbet yapılırdı.

Fırının tabanı tavlandıktan sonra sıra kenarları ve tavanın tavlanmasına gelirdi. Çalı, çırpı; Üzüm asmasının çubuğu, söğüt, kavak ağacının ince uç dalları en çok tercih edilen yalıngılardandı. Bunlar yoksa ayçiçeği, mısır sapı, kangal, keten dikeni gibi otların kurutulmuş artıkları kullanılırdı.

Fırın evinde bulunan küçük çocukların eli, ayaklarına diken batınca fırın evinin içini çocuk ağlamaları doldurur, kadınlar hamurlu ellerliye dikeni bulup çıkarmaya çalışırlardı. Bu tür yakacaklara yalıngı denirdi. Fırının tavanı ve kenarı beyaz renk alıncaya kadar yalıngılar alevli bir şekilde yakılır. Tezek, yalıngı közleri fırının bir kenarına çekilir. Eski elbise kumaşlardan, uzunca bir sopanın ucuna takılan adına sönge denilen aletle, temiz bir kovadaki suya batırılarak fırının tabanı yalıngı küllerinden artıklarından temizlenirdi. Böylece fırın hamur salınmaya hazır hale getirilirdi.

Hamurun pişirme kıvamında olmasına mayası gelmiş denir. Mayası gelmiş hamur leğenden esiran yardımıyla ekmek tahtası veya ite üzerine çıkarılır. İstenilen büyüklükte, genellikle iki yüz elli, üç yüz gram ağırlığında yumak haline getirilir. Yumaklar dinlenmeye bırakılır. Bu işleme yumak dökme denir. Bu arada fırının tavı ayarlanır. Fırının tabanı ve tavanının gerekli ısıyı almasına fırını tavlamak denir. Fırın tavlanınca yumaklar yassılanır. Eğer içli ekmek (pideli) yapılacaksa cinsine göre içi konur, yumağın ağzı kapatılır. Uzun tahtalara dizilir. Üzeri haşhaş kapsülünün tepesi veya esiranın sapı ve ağzı ile çeşitli geometrik şekillerle süslenir. Üzerine sulandırılmış yumurta sürülür, çörek otu veya haşhaş tanesi serpilir. Uzun saplı fırın küreği ile fırının arkasından önüne doğru sırayla salınır. Yani yerleştirilir. Pişmemiş ekmeklerin fırına salınmasından sonra ağzı iyice kapatılır. Ekmekler pişerken salınacak ikinci ağzın hazırlıklarına başlanır. On, on beş dakika sonra ekmekler kontrol edilir. Dipte, kenarda köşedeki ekmeklerle ateşe yakın olanlar gerekirse yer değiştirilir.

Dünya ve ülke ekonomisinde gıda sektörünün payı ve önemi büyüktür. Gelişmiş ülkelerde ve kalkınmış şehirlerimizde gıda üretimi imalat sanayisinin lokomotifi olmuştur. Bursa, Gaziantep, Konya, Çorum, Afyon gibi şehirlerimiz yerel yiyeceklerini markalaştıran ekonomiye katkı sağlayan merkezlerden öne çıkanlardır. Eskişehir’imizin yerel yiyeceklerini yerel, ulusal hatta uluslar arası arenada markalaştırmalıyız. Bu konuda şehir merkezi ve ilçelerinde faaliyet gösteren girişimci, iş adamı ve sanayicilerimize sorumluluklar düşmektedir. Büyük, küçük ölçekli mevcut şirketler bu konuda atılım yapmalı veya aralarında anlaşarak ortaklaşa yeni şirketler kurmalılar. Üretimden pazarlamaya kadar birbirlerini her konuda desteklemeliler. (Ar-Ge) Araştırma geliştirme faktörlerini devreye sokarak Kepen ekmeğini önce yerel olarak markalaştırabilirler. Mübarek Kadir gecesi ve Ramazan bayramı tüm insanlığa ve Müslümanlara hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allahtan niyaz ederiz.

*Aşağı ve Yukarı Kepen köyü Eskişehir ili Sivrihisar ilçesine bağlı köylerdir. İlçeye uzaklığı 8-10 km, Ankara-İzmir karayolu üzerinde yer alırlar.

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

14-TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR BAŞKENTİ

Kültür; Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde oluşturulan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları oluşturmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür. Sosyolojik olarak kültür bizi saran insanlardan öğrendiğimiz toplumsal mirastır.

Türk Dünyası Kültür Başkenti etkinlikleri Eskişehir’imizin sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel yönlerini tanıtmak için bir fırsattır. Bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmek birey ve toplum olarak üzerimize düşen bir görevdir. Gücümüzün yettiğince bu etkinliklere katkıda bulunabiliriz.

Türk Dünyası Kültür Başkenti etkinliklerini, şehrin merkezinde yapılmış, yapılacak etkinliklerden ibaret olduğunu algılamak doğru olmaz. Doğrusu ilçelerimizi, köylerimizi bu etkinliğe ortak edilmesidir. Günyüzü’nden, İnönü’ye Han’dan, Mihalgazi, Sarıcakaya’ya Seyitgazi’den, Mihalıççık’a Sivrihisar’dan Beylikova. Çifteler ve Mahmudiye’ye kadar… Çeşitli yerleşim merkezlerimizin Türk kültürünü yansıtan giyim kuşam, yemek gibi birçok maddi ve manevi değerleri bulunmaktadır. Bu değerlerin gelecek kuşaklara taşınması için bir merkezde fuar düzenlenmek gerekir.

Bu fuara yurt içi ve yurt dışından misafirler davet edilmeli. Kültürümüzü yansıtan yemek, yiyecek yarışmaları düzenlemeli; Göbete, Kapama, Kelem dolması, Odunpazarı mercimekli mantısı, Pırasa dolması gibi… Yemekler, Cantık, Çibörek, Ağzı açık, Ballı gözleme, Sarığıburma, İçli bazlama (Pide), Kepen ekmeği gibi… Unlu mamuller birbiriyle yarışmalıdır. Sarka’dan, Bindallı’ya Cepken’den Şal’a , Keçe’den Kilime kadar el sanatları sergilenmelidir. Bu Fuara, Kırım, Kafkas Halk oyunları, Kırka zeybeği, Türkü ve Şarkıları ile folklorumuz renk katmalıdır.

Özel gıda sektörümüz Cantık, Kepen ekmeği gibi yerel yiyeceklerimizi Konya’nın etli ekmeği, Urfa’nın lahmacunu Mersinin tantunisi, İtalya’nın köy ekmeği pizzası gibi markalaştırması Eskişehir ve ülke ekonomimize katkıda sağlayabilir. Gıda sektörümüz araştırma geliştirme faktörünü bu konuda devreye sokmalıdır.

Bir medeniyetin insanlık tarihinde yerini almasını sağlayan o medeniyet sahibi toplumun çıkardığı düşünür, bilgin sanatkâr ve devlet adamı gibi şahsiyetlerdir. Bunlardan Dursun Fakih, Hızır Bey Çelebi, Hoca Sinan Paşa, Şeyh Baba Yusuf, Seyyid Aziz Mahmud Hüdai, Mehmet Kaplan, Fahrettin Kerim Gökay, Mülazım Ahmet Hamdi Efendi gibi nicelerini sıralayabiliriz. Bu şahsiyetler kültür açısından bu verimli coğrafyada yetişmişlerdir.

Hızır Bey Çelebi düşünür, bilim adamı, sanatçılığı yanında şehircilik ve belediyecilik konusunda ilklere imza atmış Müslüman Türk büyümüzdür. Hoca Sinan Paşa batılı ülkelerde ve bizde yaygın, açık öğretim olarak bilinen sistemi uygulayan ilk eğitimcidir. Türk Edebiyatında süslü sanatlı nesir çığırını açan ilk edebiyatçımızdır. Mülazım (Teğmen) Ahmet Hamdi (Ayker) Efendi; Karadeniz bölgemizde Samsun ve civarında işgalcilerin desteğini alan Müslüman halka eziyet eden Rumlara karşı ilk kurşunu sıkan kahramanımızdır. Bu hareketi dolaylı yoldan Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışına sebep oldu. Kurtuluş savaşının kıvılcımını ateşledi.

Osmangazi, Anadolu Üniversitesinin ilgili bölümleri Eskişehir’in yetiştirdiği önemli şahsiyetler konusunda yerel, ulusal ve uluslar arası panel, bilgi şöleni, konferanslar düzenleyerek çeşitli yönleri anlatılmalı. Yerel gazetelerimiz bu büyüklerimiz hakkında makaleler yayınlamalı. Yerel televizyonlarımız açık oturumlar düzenlemeli, yerli yabancı bilim adamlarını konuk etmeli. Bu konuda profesyonel, iddialı programlar yaparak, ulusal ve yabancı televizyon kanallarında yayınlatmalı. Eskişehir’de geçmişte yayınlanmış gazete ve dergi sergisi, Eskişehir’i anlatan kitap fuarı açılmalı.

Okulların açılmasıyla birlikte ilkokuldan, üniversiteye kadar öğrencilerimizi il ve ilçe sınırlarımız içindeki, Galat, Frig, Eti, Lidya, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı, Germiyan, İlhanlı eserlerini tanıtıcı geziler düzenlenmeli, bu konuda kamu ve yerel yönetimlerden özel sektörden destek alınmalı. Hatta bu geziler seksen ilimizle irtibat kurularak kültür köprüsüne dönüştürülmeli, yabancı öğrencilerde davet edilerek yaygınlaştırılmalıdır.

Bugüne kadar Eskişehir Türk Dünyası Kültür Başkenti yılında çalışanlara minnettarız. Bundan sonraki çalışmalarda görev, sorumluluk alacaklara şimdiden müteşekkiriz. Şehr-i Ramazanın bütün insanlığa ve biz Müslümanlara hayırlara vesile olmasını dileriz.

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

15- KARMA

Karma sözcüğü Türk Dil Kurumu sözlüğünde isim; karmak işi, sıfat; Ayrı türden öğelerin karıştırılması olarak tanımlanmaktadır. Günlük hayatımızda çok kullandığımız bu sözcükler sosyolojik bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Karma futbol takımı, karma eğitim, karma ekonomi, karma dil vb.

Bir millettin geleceği, geçmişine tutunduğu kökleriyle doğrudan ilintilidir. Kökleri olmayan bir topluluk başka bir bitkinin üzerendeki asalak, parazitlere benzerler. Nasıl bu asalak, parazitler üzerinde bulunduğu bitkiden beslenir, yaşamını o bitkiye bağlı sürdürürse, kökleri sağlam olmayan topluluklarda başka milletlerin egemenliğinde yaşamak zorundadırlar.

1789’da Üçüncü Selim döneminde batıdan esen poyrazla Osmanlı toplumunun kökleri sarsılmaya başladı. Opera ve bale gibi sahne ve gösteri sanatları, mimari, resim, süsleme, stilist gibi görsel sanatlarda kendini gösterdi. Toplumun her kesiminde genişleyerek, hızla artarak, demokratikleşme adına 1839 Tanzimat fermanıyla azınlıklara verilen sınırsız haklarla kökler çatırdamaya devam etti. Batıya eğitim de, fen de yenilikleri öğrenip, memleketimizin kalkınmasında katkıda bulunmaları için gönderdiğimiz aydınlarımız sayesinde 1876’ da Birinci meşrutiyet ve 1908’ İkinci meşrutiyet ile kökler dibinden sökülmeye çalışıldı.

Kaynağını İslam medeniyetinden alan değerlerin yerini pagan temelli eski roma kültürüne dayanan batılı değerler almaya başlamıştı. Buradaki gerçek hedef Osmanlı toplumunun çoğunluğunu oluşturan Müslümanları ötekileştirerek, azınlık durumuna düşürmekti. Bu işe dille başladılar. Dili karma haline düşürmek için, halk dili, Bab-ı âli dili diyerek ikiye ayırdılar. Edebiyatta bu yüzden bir çok akım birbiriyle didişmeye başladı. Kavramlar üzerinde tartışarak, birbirini baskıcılıkla suçladılar.

Toplumdaki fertler birbirinden ayrışmaya başladı. Kullandıkları kelimeler günün modasına göre aşevi yerine, lokanta, teşhir yerine vitrin, selamlık yerine salon, büyük yerine duble, akşam yerine matine, gündüz yerine suare v.s. Toplum içi bütünlük bozulmuş, sosyal adalet, yerini güvensizlik, rüşvet, iltimas, cana kıyma, dolandırıcılık, gasp gibi davranışlara bırakmıştır.

Osmanlı toplumu ayrıca on dokuzuncu yüzyıl başında ortaya çıkan iki ekonomik akımın etkisinde kalmıştır. “Bırakın tüketsinler.” Felsefesini savunan kapitalist akım. Diğeri üretime dayanan sosyalist akım. Aslında bu iki akım ikiz kardeştir. Çünkü iki sininde kökleri materyalist felsefenin babası Aristo’ya dayanır. Böylece Osmanlı toplumu devletçi anlayışa sahip sosyalist ekonomi ile özel mülkiyete dayalı kapitalist ekonomiden oluşan karma ekonomi dayatmasıyla karşı karşıya kaldı. Ne yapacağını şaşıran, üretici toplum iken tüketen, istişare ederken, cedelleşen kapalı bir toplum haline dönüştü.

Sonuç olarak karma eğitim, karma ekonomi derken karma kültürü ortaya çıkardı. Bugün yaşadığımız problemlerin altında yatan sebeplerden biriside karma kavramıdır. İşlerimiz, yaşam tarzımız karman çorman, karma karışık oldu.

* * *

KONU BAŞLIKLARINA GİT ⇑

yusuf mesut kilci - Yusuf Mesut Kilci Yazıları

Yorum Yaz

Yorum göndermek için buraya tıklayın

Web Site Hakkında

Sivrihisar Web Medya

Sivrihisar Şehrengizi

sivrihisar sehrengizi 1 - Yusuf Mesut Kilci Yazıları

Gönül Dağı Dizi Film

dizi