Yunus Emre, Anadolu’da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncülerindendir. İnsan sevgisine dayanan bir görüşü benimsemiştir.
Yunus’un elimizde bir Divan’ı ve bir de Risaletü’n-Nushiye adlı iki eseri vardır. Yunus, Risaletü’n-Nushiye adlı eserini Hicri 707, Miladi 1307-1308 tarihlerinde yazmıştır. Bu eserin sonunda şu beyit bulunmaktadır:
Söze tarih yidi yüz yidi-y-idi
Yunus canı bu yolda fidi-y-idi.
Onun hakkında bildiklerimiz bir sisler perdesi içindedir. Yunus, bu eserini olgunluk çağında yazmış olmalıdır. Son zamanlarda bulunan bir mecmuada şu kayıt dikkati çekmektedir. İstanbul Bayezit Devlet Kitaplığında (Nu: 7912) bulunan bir mecmuadaki kayıtta, “Vefat-ı Yunus Emre, sene 720, müddet-i ömr 82” yazmaktadır. Bu kayıt doğru ise şairin H.638-M.1240- 1241’de vefat ettiği düşünülebilir.
Yunus’un dünyaya gözlerini açtığı dönem, Anadolu’da Türkçenin ses bilgisi, şekil bilgisi ve kelime hazinesi bakımından karışık yapıda olduğu dönemdir. Daha sonra gelen yüzyıllarda bazı yazar ve sanatçılar tarafından, bu dönemin dili ”olga bolga dili” veya “kaba ve sakim” diye adlandırılır. İçinde Oğuzcan’ın yanında Kıpçakça unsurlar bulunduğu. Arapça ve Farsçanın yaygın hakimiyeti dışında, Türkçenin daha durulmamış ve oturmamış yapıda olduğu için, onu benimsemek ve eser vermek pek de rağbet görmemiştir.
Tarihçi Enver Ziya Karal, dilimizi, Anadolu’da takip ettiği süreç çerçevesinde beş bölümde tasnif etmiştir:
1. Türkçenin yabancı dil etkisine karşı direnişi (1299-1453)
2. Türkçe üzerinde yabancı dil etkisinin artması (1453-1517)
3. Türkçede Arapça ve Farsça etkisinin artması (1517-1718)
4. Türkçenin önem kazanmaya başlaması (1718-1839)
5. Türkçenin bağımsızlığı için çalışmalar (1839-1918)
Görüldüğü gibi bu tasnif denemesinde Yunus, Türkçenin yabancı dil etkisine karşı direniş döneminin öncülerindendir. Selçuklularda bilim, edebiyat ve devlet dilinin Arapça ve Farsça olması bu yeni topraklarda Türkçeyi bir hayli sıkıntıya sokmuştur. Türkçe, Anadolu bölgesinde bir yazı dili durumuna gelebilmek için Arapça ve Farsça ile epey bir mücadele etmek zorunda kaldığını gerek Karamanoğlu Mehmet Beyin M.1277 yılında çıkardığı fermandan gerekse Yunus gibi gönül adamlarının eserlerinden kolayca anlayabilmekteyiz. Bu dönemde Anadolu’da, Arapçaya ve Farsçaya karşı hakim durumuna geçebilme mücadelesi veren Türkçe doğrudan doğruya Oğuz Türkçesidir.
Anadolu Türk edebiyatının kuruluş devirlerinde sanatçı ve yazarların bir çoğunun Türkçeden şikayet etmesi bir kültürel yapıdan kaynaklanmaktadır. Onlar, Farsça ve Arapça olarak edindikleri kültürü ve edebi birikimi “başka bir dille” -ki aslında bu onların anadilidir- hele de bu konuda öncesi olmayan bir dille ifade etmek zorunda kalınca sıkıntıya düşmüşlerdir. Mecburen Türkçeyi kullanmalarının sebebi yeni kültürel ortamdır, yani muhatap artık Türkçe konuşmaktadır. Hakikatin ulaşacağı kişi Türkçe konuşuyorsa, hakikatin Türkçeyle temsil edilmesi gerekir. Tarih boyunca Türk aydını hakikatin muhatabına iletilmesinde dilin ancak bir alet olabileceği şeklindedir. Selçuklunun zayıflamasının ardından beyliklerin kuvvet kazanması ve yönetimin mahalli idarelere geçmesi, Türkçenin güç kazanmasını netice vermiştir.
Yunus’tan yaklaşık bir asır sonra Hoca Ahmed b. Mesud, Süheyl ü Nevbahar isimli mesnevisinde Türkçe yazma sebebini şöyle açıklar:
Cihanda bugün resm eyle gider
Ki öküş kişi Türkiye meyl eder
Nitekim aynı yüzyıl Aşık Paşa, Garipname’sinde “…zaruret iktiza etti kim bir kitab Türk dilinçe tertib ola…” diyerek bu noktayı vurgulamıştır. Şeyhoğlu Mustafa da “Hurşidname” isimli eserinde, hala Farsça etkisinde olan okumuşların ‘Niçin Türkçe yazdın?’ sorusuna ve kınamasına muhatap olacağını belki de tahmin ettiğinden;
Garaz hubun cemalidür kemali
Gerek Türki olsun gerek Moğali
dizeleriyle önemli olanın anlam olduğunu vurgulamak zorunda kalmıştır.
Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi Yunus, kendisinden sonra gelen ve Türk dilinde eser ve emek veren nice kalem ve gönül erbabına da önderlik etmiştir.
Yunus’un Eski Türkiye Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesi gibi isimlerle değerlendirdiğimiz dönemde dilde standartların oluşmasında da emeği ve etkisi büyüktür. Geldüm, bildüm, aldum, virdüm, olmışdur, bizüm, anlarun, atmışvan alsavuz şekillerini, gelecek zaman -ısar/-iser çekimini ve burada sayamayacağımız Eski Anadolu Türkçesinin en güzel örneklerini Yunus’ta görürüz. Bu açıdan bakıldığında da Türkçede o, eskiyle yeni arasındaki, Orta Asya, Kafkaslar, Anadolu hatta Balkanlar arasındaki en önemli köprüdür.
Her sanatçı herkesin kullandığı dilin içinden seçtiği unsurlarla hususi bir dil meydana getirir. Aksi halde sanatçı olmaz. O, kendi devrinin dilini “Yunusça” kullanmıştır. Bütün karışıklıklara rağmen Yunus’un şiirlerini diğerlerinden ayıklayabilmemiz başka türlü izah edilemez.
Yunus Emre şiirlerinde ilim, ilahi aşk, insan sevgisi, birlik- beraberlik, ölüm ve fazilet sahibi olma gibi temaları büyük bir ustalıkla işlemiştir.
Yunus Emre’nin dilinde bilge kişinin adı “eren’dir, “bilge’dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir.
Kültürümüzde Yunus Emre ile karıştırılan başka Yunuslar da vardır. Kendisini Yunus, Yunus Emrem veya Derviş Yunus olarak tanıtan, şiirlerinde daha çok Aşık Yunus’u kullanan on beşinci asırda yaşamış bir şair ve yine şiirlerinde Hacı Bektaş-ı Veli’den bahseden bir Derviş Yunus bunlardan birkaçıdır. Yunus kelimesinin başka şairler tarafından isim ve mahlas olarak kullanılmasında, Anadolu insanının Yunus Emre’ye duyduğu sevgi ve saygı yatmaktadır.
Milâdî on üçüncü yüzyılda, yani bundan 700 yıl önce, Anadolu ruhi, siyasî ve sosyal bakımdan yeni bir mayalanma ve yoğrulma çağının başındaydı. Üstelik Batı’dan gelen ve aralıklarla birkaç yüz yıl süren Haçlı seferleri, sonra, doğudan gelen Moğol akınları, Anadoluyu ve Anadolu insanının aklını ve kalbini allak bullak etmiş, dış savaş bitince, iç savaş başlamıştı.
Karanlık gece dalgalarını andıran, korkunç hadiselerin cereyan ettiği Anadolu’nun dört bir tarafını Moğol zulmü sardığı, devlet otoritesinin azaldığı, fitne-fesat ve tefrika dalgalarının dağlar gibi ortalığı kapladığı, o tehlikeli ve buhranlı günlerde, adeta yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle, halkı uyanışa çağırmıştır:
Kasdım budur şehre varam
Feryâd u figan koparam!
diyerek, bütün rahat ve huzurunu bu davası uğruna feda etmekten geri durmamıştır. Birçok şehri dolaşır ve bunları şiirlerinde dile getirir;
Gezerem Rum ile Şam’ı
Yukarı itleri kamu
Çok istedüm bulamadım
Şöyle garip bencileyin
İndük Rum’a kışladuk
Çok hayr ü şer işledük
Uş bahar oldı girü
Göçdük Elhamdülillah
Yunus Emre adı, Türk ve Türk kültürünü tanıyıp seven herkes için bir şeyler ifade eder. Şiirlerinde, her devrin okuyucusu ya da dinleyicisi kendini etkileyecek bir şey bulmuştur. İlk kez Yunus, şiirlerinde büyük ölçüde Türkçe kullanmıştır. Yunus’la birlikte dil, daha renkli, canlı ve halk zevkine uygun bir hale gelmiştir. Gerçi bazı şiirlerinde aruz veznini kullanmıştır fakat en güzel ve tanınmış şiirleri Türkçe hece vezniyle yazılmıştır. Böylece, şiirleri kısa zamanda yayılarak benimsenmiş ve ilahi olarak da söylenerek günümüze dek ulaşmıştır.
Sonuç olarak Yunus, kendi yaşadığı devirde hem de halkın konuştuğu binlerce Türkçe kelime, muhteşem bir ahenk ve mükemmel bir duygu hoşluğu içinde derleyip aşk imbiğinden süzerek asırlar öncesinden bizlere armağan etmiştir.
Bir edebiyatçı onun şiirlerinde onun eserlerinde yedi asır öncesinin edebi zevkini canlı bir şekilde yaşar. Bir tarihçi o günlerin tarihi hadiselerini görür, analiz eder. Bir sosyolog, Yunus’un şiirlerinde o devrin insanının dramına şahit olur. Ticaret erbabı Yunus’tan öğrenir, gerçek alışverişi. Yaratılanı nasıl sevmemiz gerektiğini bize öğreten odur. Gerçek aşk Yunus’tadır.
Türk dili üzerine araştırma yapan, emek veren bizlere armağanı nedir, diye düşünecek olursak; Yunus’un dili, Yunus’un şiirleri, Dede Korkut Hikayeleri gibi, o dönemde telif edilmiş Kur’an tercümeleri gibi ve halkımızın yıllardır her vesileyle ve büyük bir zevkle okuduğu, okuttuğu, Süleyman Çelebi’nin “Mevlidi gibi dilimizin en önemli kaynaklardan biridir. Onun şiirlerinde yukarıda da arz ettiğim gibi, konuşma dilinde geçen binlerce kelime, bugün itibarıyla söyleyecek olursak, onlarca arkaik kelime yazıya geçirilmiş ve bir nevi ölümsüzleştirilmiştir.
Ondan asırlar sonra burada toplandık, onu anlamaya çalışıyoruz. Doğru da yapıyoruz. Çünkü onu anmaya değil anlamaya ihtiyacımız vardır. Güya Yunus ölmüştür ve onun torunları onu anmaya ve anlamaya çalışıyoruz.
***
Kaynaklar: ESOGÜ Öğr. Üyesi Metin ERDOĞAN – ESKİyeni Kültür dergisi, Mayıs 2009
Yunun Emre Divanından Seçmeler, Haz.Erdinç Akbaş, Eflatun Yay.. İstanbul 2004 s. 13
Muhammed B. Boydur, Akaid-i İslam (Kitab-ı Güzide), Manisa Ktb., no:6886, s.2 a; İstanbul Arkeoloji Ktb., nu:1498, mukaddime Zeynep Korkmaz, “Yunus Emre ve Eski Anadolu Türkçesinin Kurulu- şundaki Yeri”, Türk Dili üzerine Araştırmalar, Birinci Cilt, T.D.K.Yay. Ankara 1995, s. 360
Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu. Bilim Kültür ve öğretim Dili Olarak Türkçe. T.T.K.Yay. Ankara 1978
Hayati Develi, Osmanlının Dili, 3F Yay. İstanbul 2006, s. 57
İhsan Fazlıoğlu. Osmanlı Döneminde ‘Bilim’ Alanında Türkçe Telif ve Tercüme Eserlerin Türkçe Oluş Nedenleri ve Bu Eserlerin Dil Bilincinin Oluşmasındaki Yeri, Kutadgu Bilig, 3. İstanbul 2003
Cem Dilçin, Mes’ud bin Ahmed, Süheyl ü Nevbahar, inceleme-Metin-Sözlük. Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 1991, s.217
Kemal Yavuz, Aşık Paşa, Garip-name, c.1/1, T.D.K.Ankara 2000, S.7
Kemal Yavuz, Şeyhoğlu, Kenzü’l-Kübera ve Mehekkül-ülema, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 1991, s.28
Sezai Karakoç. Yunus Emre, 2. Baskı, İstanbul 1974 s.7
Yorum Yaz