Bir milletin geçmişteki büyük başarıları geleceğin teminatıdır.
Bu başarılar, fertlere huzur ve gurur verir, cemiyette istikrar ve güveni temin eder. Bunlar sayesinde bazen cemiyet için teşkil edebilecek buhranlar kolaylıkla atlatılır, güçlükler yenilir çünkü geçmişte büyük işler yapmış olan bir millet gelecekte de muvaffak olacağına inanır.
Bir milletin geçmişteki büyük başarılarının temsilcileri ise onun yetiştirdiği büyük şahsiyetlerdir. İlim, fikir ve sanatta temayüz eden şahsiyetlerde, idarî, siyasî ve askerî sahalarda yetişen büyük dehalarda, kumandanlarda, kahramanlarda geçmiş müşahhaslar, canlanır. Geçmiş bunların vasıtası ile geleceğin üzerine tesir ederek bir milletin devamlılığını temin eder. Onun için her millet büyük evlatlarının hatıralarını canlı tutmaya, onları muhtelif vesilelerle genç nesillerin muhayyilelerinde, hafızalarında yaşatmaya çalışır. Bu tip büyük adamlara kâfi derecede sahip olmayan milletler, bunları sun’î şekilde yaratmağa çalışmışlardır. Türk milleti bu bakımdan da hiç bir vakit kısır olmamış, her devirde çok sayıda büyük adamlar yetiştirmiştir.
Yunus Emre hiç şüphesiz bunların en ulularından biri, belki de başta gelenidir. Bunun ayarında ikinci bir şairimiz yetişmemiş olduğu iddiası, belki indi bir fikir, ferdi bir zevk meselesi sayılabilir. Fakat kanaatimce onun büyüklüğü, eşsiz bir şair oluşunun yanında taşıdığı insani hüviyetinden ileri geliyor. Burada “insani” yerine “insanlık” veya “insancılık” demem belki de daha doğru olurdu.
Hakikatta o, bugünkü medeniyetin öncüleri olan milletlerin birbirini, din, mezhep, ırk ayrılığı yüzünden boğazladıkları bir devirde bütün insanların eşit olduklarını, hakiki olgunluğun “yetmiş iki millete aynı gözle bakmakta belirebileceğim” şiirlerinde terennüm ediyordu. Onun fikri olgunluk, insanın erişebileceği manevî mertebelerin en yükseği için koyduğu bu şarta, bu ölçüye şiirlerinde sık sık rastlanır. Bu ideali, gerek nefsinde, gerek içinde yaşadığı cemiyette en mükemmel bir şekilde gerçekleştirmek üzere hayatı boyunca didindiği bilinmektedir. Yaşayışındaki içlilik, samimiyet, tevazu ve mahviyetin efsane ve menkıbelere mevzu teşkil ettiğini biliyoruz. Duyduğu ve düşündüğü gibi yaşıyor, yaşadığı gibi de duyuyor ve düşünüyordu. Şiirindeki sihirli kudretle insanın duyma, duygulanma ve düşünme imkânlarını topyekûn harekete geçirme kabiliyeti sayesinde cemiyetimizi büyük ve ince bir maharetle insancılık istikametinde yoğuranlardan biri ve belki de en mühimmi olmuştu.
Dini tasavvuf saikiyle de olsa Yunus Emre’nin, mürşidi, muasırları, talebe ve muakkibleriyle şiirlerinde ve sözlerinde insanları, insanda ebedi ve ulvi olan şeyleri yaşayabilecek şekilde yetişmeye teşvik ediyorlardı. Onların hiç bir fark gözetmeden insanların hemcinslerini sevmeleri onlara karşı müsamaha göstermeleri lazım geldiğine dair telkinleri Anadolu’yu baştan başa sarıyor, ulvi bir atmosfer meydana getiriyordu. Ancak böyle bir atmosfer içinde Celalettin Rumi’nin tesirleri yayılabiliyor. Türkiye’nin hudutları dışına çıkabiliyordu. Bu hava ve atmosfer içinde Anadolu insanı hislerin en ulvi ve samimisi olan sevgi ve matemde birleşebiliyor, birbirlerine karşı olan müsamahanın en yüksek mertebesine erişiyordu.
Gerçi Avrupa’da, bu tarihten itibaren altı asır boyunca vakit vakit şiddetlenen bir arzu ile Hümanizm namı altında bu idealin peşinde koşmuş, fakat hiçbir vakit ona bu nispette erişememiştir. Üniversitelerde seminer ve kolokyumlarda, dergi ve kitaplarda bu mevzu konuşulmuş, -bu hususta yazılar yazılmış, münakaşalar olmuştur. Garplı düşünmüş, Anadolu Türkü gerçekleştirmiştir. Garplı tahayyül etmiş, özlemiş, Anadolu insanı onu yaşamıştır.
Anadolu Türkünün Selçuklular devrinden başlayan bu eşsiz müsamaha ve olgunluğuna dair deliller görmek isteyenlere bu devrin tarihinde büyük bir otorite olan kıymetli tarihçimiz Prof. Osman Turan’ın eserlerine müracaat etmelerini tavsiye ederim.2 Bu geleneğin bugünkü izlerine ait deliller de memleketimize gelen Garplı müşahitlerin yazılarında, müşahedelerinde sık sık görülmektedir. Nitekim geçen sene İngiltere’nin en ünlü haftalık gazetelerinden Observer’de bu mevzua dair gayet güzel bir yazı vardı. Muharrir, misafir olduğu Antalyalı bir Türk köylüsü ile Ankara civarında rastladığı küçük bir çobana ait müşahedelerinde bahsediyordu. Gerek genç çobanda gerek Antalyalı Mahmul Cambridge ve Oxford üniversitelerinde insani meziyetlerin ve ahlaki vasıfların en mükemmeli olmak üzere kabul edilen haysiyet ve vakarın en güzel numunelerini gördüğünü belirtiyor ve ilave ediyordu: “Biz bu meziyetlerin sözünü ederken bunlar onu yaşıyorlar.”
İki üç yıl Türkiye’de kalıp bir sene de bizim kürsüde ders veren bir Amerikalı sosyal psikoloji profesörüne memleketimizden ayrılırken intibalarını sormuştum. “Şüphesiz her yerde olduğu gibi burada da iyi ve fena intibalar bırakacak hadiselerle karşılaştım bununla beraber iyilerinin daha çok olduğu muhakkaktır. Ancak bunlarla ilgili bir meseleyi halledemeden gidiyorum, acaba siz bana bu hususta yardım edebilir misiniz? diyerek ilâve etmişti: “Dünyanın her tarafında haysiyetine düşkün vakarlı insanlara rastlamak mümkündür. Fakat hiç bir yerde bu vasfın Türkiye’deki kadar yaygın ve bariz olduğunu görmedim. İşin bence garip tarafı aşağı tabakalarda daha kuvvetli bir şekilde belirmesidir. İşte bunun sebebini bir türlü izah edemedim.”
Bu münasebetle başka bir yerde bahsettiğim şu müşahedeyi de burada zikretmeden geçemeyeceğim: On yedi sene Türkiye’de kalan bir Alman profesörünün oğlu burada tıp tahsil etmiş, harbi müteakip memleketine dönmüştü. Burada kaldığı müddet zarfında memleketini çok özlemiş ve bir an evvel dönmeyi istemişti. Alman hükümeti kendisine gayet iyi bir yer temin etmişti, vazifesinden memnun görünüyordu. Fakat aradan uzun bir zaman geçmeden bir gün babasını çok düşünceli görmüş, sebebini sormuştum.
-Oğlum bütün ısrarlarıma rağmen buraya dönmek istiyor, Almanya’da yaşayamayacağını yazıyor.
Peki dedim, oğlunuzu buraya çeken, ve Almanya’da bulamadığı şey nedir?
-Müsamaha dedi, müsamaha.
İşte bize başka milletleri imrendiren gıpta ettiren bu vasıflar bu kıymet ve gelenekler asırlar boyunca Yunus Emre ve emsali gibi büyük şahsiyetlerin çabalamaları neticesinde kazanılmıştır. Onları, bu ecdat yadigârlarını bir mirasyedi zihniyetiyle gelişi güzel harcayamayız, bilakis onları korumak, geliştirmek zorundayız. Binaenaleyh modernleşirken geleneklerimizi, bizi biz yapan kıymetlerimizi zedelemeden, kendi kültürümüzü geliştirecek tarzda modernleşelim dediğimiz zaman bu nevi gelenek ve kıymetlerimizi kastediyoruz. Bu kıymetlerse mücerret bir insanlık hayali ile kozmopolit bir hava içinde gelişebilecek nesneler değildir. Bunlar, kendisini yaşadığı cemiyete vakfeden insanların bulunduğu disiplinli, düzenli, ne istediğini ve nereye gideceğini bilen, gaye ve hedefleri olan millî bir bünye içinde ancak gelişebilecek kıymetlerdir. Zira içtimaî, iktisadi faaliyetlerinde verimsizlik, ilmi, fikir ve san’at sahalarında kısır ve her nevi icraatı aksak, disiplin ve düzenden mahrum olan bir cemiyette övünülebilecek hiç bir şey meydana gelemeyeceği gibi insani fikirler de gelişemez.
Taşabilmek için dolmaya ihtiyaç vardır. Onun için bir cemiyette insani fikirlerin hakiki bir şekilde gelişebilmesi için o cemiyetin kendisini aşabilecek kudrette milli bir kültüre, kuvvetli milli bir bünyeye sahip olması gerekmektedir. Bu, insanın yaradılışı ve mahiyeti icabıdır. Hakikatte insan sadece bir hayvan olarak dünyaya gelmekte ve içinde büyüdüğü cemiyetin, aile, okul ve çevrenin maddi, manevi techizatiyle beraberinde getirdiği istidatların derecesi insanlık ve tekamül yolunda erişebileceği merhaleyi tayin etmektedir.
Bu itibarla insan her yerde ve her şeyden evvel insandır veya insan olarak doğar sözü, ilmi hakikatlere uymayan fakat kulağa hoş gelen bir vecizeden başka bir şey değildir. Çünkü insan yetişebildiği, mânen beslendiği ve beraberinde getirdiği istidatları nispetinde insan olur. Binaenaleyh Yunus Emri’yi anarken onun insancılık fikirleri yanında müstakbel Türk millî kültürünün özünü teşkil edecek olan halk kültürünün temel taşlarından biri olduğunu da hatırlamak lâzımdır.
***
Prof. Mümtaz TURHAN
Eskişehir Valiliği, ESKİyeni Kültür dergisi – Mayıs 2012
Türk Yurdu, sayı 319. İst. 1966, s. 21-23
Yorum Yaz