Tasavvuf şiirimizin müstesna şairi Yunus Emre’nin şiiri öncelikle ferdi bir şiirdir. Bu şiir, adına insan dediğimiz fani varlığın bu dünya gurbetinde yaşadığı bütün serencamı ifade eder. İnsanoğlu, yalnızlığı, acıları, sevinçleri, korkuları, ümitleri ile Yunus Emre şiirinin en temel unsuru olmuştur. Aslında Yunus’u, kendimize bu kadar yakın bulmamızın, sevmemizin sebebi de budur, yani bizi anlatıyor olmasıdır. Onun anlattığı serencam bizim hikâyemizdir.
Biz, Yunus Emre’nin şiirinde bu serencamı okurken, aslında onu sadece kalbi yolculuğuyla değil, devrinin şartları içinde de düşünmek durumundayız. Yani o, birey olarak olgunlaşma, kendiyle, Yaratıcısıyla barış içinde yaşama mücadelesi verirken aynı mücadele toplumsal bir boyut da taşır. Dolayısıyla bu olgunlaşma, boyutunu genişleterek toplumun bütün fertlerinin olgunlaşması, onların da yine hem kendileriyle hem birbirleriyle hem de yaratıcı ile barış içinde yaşamaları gayesine dönüşür. Hatta giderek bu boyut daha da genişler ve içine bütün bir insanlığı alır.
Dahası, Yunus Emre’nin bu çok boyutlu mücadelesi sadece çağının şartları içinde de ele alınabilecek, onunla sınırlandırılabilecek bir mücadele değildir. Evrensel tavır ve duyuşuyla onu yaşadığı çağın sınırları içinde hapsedemeyiz. O, bu sınırlamayı şiiriyle aşar, etkinliğini, canlılığını, içtenliğini, sıcaklığını bütün çağlara ulaştırır. Dolayısıyla Yunus, bu manada bizim çağdaşımız bir şair hüviyeti kazanır.
Yunus’un bu tavrını anlamak için önce yaşadığı çağın şartlarına bakmak gerekir. Yunus Emre, göçebelikten yerleşik hayata geçmekte olan, istikrarını yeni yeni bulmaya çalışan, haçlı seferleri, göçler, yenilgiler, Moğol istilaları gibi olaylarla hem maddi hem de manevi çok büyük sıkıntıları yaşamak zorunda kalmış, birlik ve dirliği bozulmuş, değer hükümleri alt üst olmuş bir toplumun insanıdır.
Selçuklu sonu Osmanlı kuruluşu arası bir döneme tekabül eden bu yıllarda tablo böylesine olumsuzdur; ama öte taraftan da başka bir gelişme yaşanır bu coğrafyada. Bütün bu sıkıntılara karşı Anadolu’da bir tasavvuf çığırı başlar. Moğol istilasından kaçmak zorunda kalarak Anadolu’ya akan Horasan dervişlerinin faaliyetleriyle had safhaya ulaşan bu canlılıkla Anadolu yaralarını tamir etme sürecine girer. Dahası, bu tasavvufi anlayış İran sahasında “bir lokma bir hırka” anlayışı şeklinde ifadesini bulurken Anadolu’da tam aksine savaşçı, mücadeleci bir ruhla kendini ifade eder. Bu savaş, insanın hem kendi nefsiyle olan mücadelesini hem de devrin olumsuzluklarıyla olan mücadelesinin adıdır. Hatta gazi- derviş tipiyle bu savaş, sınır boylarında Bizanslılarla sıcak çatışmayı de ifade etmektedir.
Yunus Emre, işte böylesi bir ortamın, böylesi bir tasavvuf anlayışının egemen olduğu bir çağın insanıdır. O da her mutasavvıf gibi vahdet-i vücut olarak isimlendirilen bir anlayışa mensuptur. Dervişlik yoluna girdiğinde bu anlayış doğrultusunda eğitim görür. Bu anlayışın ilkeleri doğrultusunda nefsini eğitir, işte bu süreçte hepimiz gibi bir insandır. Sonsuz bir yola girmiştir ama, henüz hamlığı üzerinden atamamış biri olarak ölümden korkar, yalnızlık duygusu çeker. Kötülüklere isyan eder. Olup bitenleri anlamlandırmakta zorlanır. Bütün bunlar, Yunus Peygamberin balığın karnında geçirdiği ya da ipekböceğinin tırtıl, koza ve kelebek safhalarını yaşamasına benzer imtihan zamanlarıdır. Daha sonra, Taptuk Emre’nin ocağında aldığı eğitimle, dört kapı ve kırk makamdan geçerek olgunlaşır.
Onun, günü gelip “Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah” dediği süreç, bu olgunlaşmanın başarıyla tamamlandığının ifadesidir. Yunus’u daha sonra irşad gezilerinde görürüz. İşte bu andan itibaren Yunus Emre, hayatın ve insanların içinde bir sufidir. Kendi, kişisel olgunlaşma sürecinin diğer insanlarda da gerçekleşmeyi arzusuyla hareket eder ve sonuçta bu arzusu gerçekleştirir. Yunus, bu mücadelesinde elbette yalnız değildir. Kendinden önce aynı anlayışı Anadolu’da seslendiren Mevlana vardır. Sonra Şeyh Edebali, Nasreddin Hoca gibi diğer maneviyat önderleri de aynı misyonun insanıdırlar. Böylece hepsi birden Anadolu’nun yıkıntılarından önce insanı dirilterek yeni bir toplumsal yapının kurulmasının ortamını hazırlarlar. Osmanlı, böyle bir ortamda kurulur. Beylerin ayrılıkları biter. Birlik çağı başlar.
İşte Yunus Emre, Anadolu’daki bu manevi mimarlardan biridir. Halk planındaki tesir sahası itibariyle de en başta gelenidir. Onu böylesi başarılı kılan sebep ise; tasavvuf anlayışına getirdiği yorumdur. Yunus Emre’de tasavvuf, nazari ve kitabi bir anlayış değildir. Bu felsefeyi bir iman ve aksiyon haline getirerek pratik hayata mal eder. Tesirli olmasının bir başka önemli sebebi de bunu şiirle, üstelik Türkçeyle yapmış olması keyfiyetidir. Bu yüzden Vahdet-i vücut anlayışına bağlı pek çok sufi unutulup giderken, bu anlayışı sanat imkanlarıyla anlattığı için Yunus, unutulmamış, Peyami Safa’nın ifadesiyle üç zamanın hem geçmişin, hem bugünün hem de geleceğin şairi olmuştur.
Yunus, tebliğinde, uyarıcılık görevini yaparken şiirinde aşk, birlik ve barış kavramlarını öne çıkarır. Bu tavır, vahdet-i vücut anlayışının bir gereğidir. Yaratıcı ile bir olma ancak aşkla, sevgiyle mümkün olabilecek bir hadisedir. Birlik ise barış demektir. Allah’ı seven, O’nunla birlik olan nefsiyle savaşı kazanıp barışa ulaşmış insandır. Bu noktaya gelen kişi artık ölümden korkmaz. Var olan her şeyi Allah’ın bir tecellisi olarak görür. Dünyada görülen iyilik- kötülük, hayat-ölüm-zalim-mazlum gibi zıtlıkların sırrına erer. Bunların mahiyetini kavrar. Her şey O’ndandır. Öyleyse her varlığa saygı duymak, sevmek, barışı yaşanabilir bir anlayışa çevirmek gerekir. İşte bu noktada Yunus’un Allah sevgisini mücerret ve mistik bir inanış olmaktan çıkararak hayatı ve insanları kuşatıcı müşahhas bir anlayışa çevirdiği görülür.
Yunus Emre, güçlü bir şairdir ama derdi şiir söylemek değildir. O, bir şairden çok bir ahlakçı tavrıyla hareket eder. Çağının problemlerinin farkındadır. Dert belli olduğu gibi derman da bellidir. Savaş varsa bunun panzehiri barış, kin varsa yerine sevgi, düşmanlık varsa yerine kardeşlik ikame edilmelidir. Bu da ne inzibati tedbirlerle, ne ekonomik politikalarla sağlanamaz. Çünkü sorun, insanın içinde, kalbindedir. İnsan, bunu anladığı anda önce içini kulluk terbiyesiyle tamir edecek, sonra bu aydınlanmış gönülle hayata çıktığında aynı aydınlığı hayata da yansıtacaktır. Böylece sevgi, barış, birlik çağları yeniden gelecektir. Nitekim de öyle olmuştur.
Burada bir sufiye böylesi bir toplumsal misyon yüklememiz zorlama bir yorum olarak görülmemelidir. Zira, Yunus’un bu bireysellikten toplumsallığa uzanan anlayışı onun tasavvuf anlayışının ilkelerine son derece uygun bir duruma tekabül eder. Çünkü, o önce hak ve halk kavramlarını birleştirerek nasıl cem idrakini yaşamışsa, çağının insanlarının cüz’i iradeleriyle yaptıkları kötülükleri görüp bunlardan onların kendilerini sorumlu tutarak fark idrakini de yaşamıştır. Tasavvufta da zaten bu iki idrakin ayrılması sözkonusu olamaz. Zira bu durum Tevhit anlayışına aykırı olur. Tevhit, birlik demek olduğuna göre bu anlayış hem kişinin yaratıcı ile, hem de diğer varlıklarla olması gereken münasebetini ifade eder. Bu yüzden Yunus’taki vahdet-i vücut anlayışını aynı zamanda sosyal birlik fikri olarak da görmek ve böyle anlamak gerekir.
Yunus’un nefsiyle ve toplumsal bozukluklarla verdiği mücadelede şu tavrı da son derece dikkat çekicidir. O, Tabduk Emre dergahında da sade, gösterişsiz, iç yangınlarını dışarı vurmayan, kendisine imtihan olarak dağdan odun getirme görevi verildiği için, böylesi bir inziva ve murakabe yerinde hep kendi nefsiyle meşgul olan, onun eğriliklerini düzeltmeye çalışan bir derviştir. Bu samimiyet, bu kendi kozasında oluş sürecinde olduğunun, manevi kemal noktasında nerelere geldiğinin bile farkına varmayan bir saflık ve sadelik içinde olmuştur. Oluş sürecini yine bir dağda karşılaştığı dervişlerden öğrenmiş, şeyhinin de bu durumu belirtmesi üzerine topluma açıldığında da aynı sadeliği, içtenliği sürdürmüştür. Onun bütün sözleri kendi nefsine söylenmiş sözler olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden “Dün ü gün bütün endişem” dediği Allah fikriyle varlığı dopdolu konuşmuş ve yaşamıştır. Tarikatım olsun, müritlerim olsun diye bir tavrın içinde olmamıştır ki bu özelliği de onun o çağın şartları içindeki tarihi misyonuna son derece uygun bir tavırdır. Böyle yaptığı için şu veya bu topluluğa, şu veya bu tarikate değil yetmiş iki millete seslenmiş, onları aynı gözle görmüştür.
Yunus, bütün bunları yaparken bir kez daha söyleyelim ki, İslâm ve tasavvuf gerçekleri çerçevesinde hareket etmiştir. Savunduğu ahlak, İslamiyet’in sevgi, barış ve müsamaha ahlakıdır. Aşk ahlakıdır. Bu ahlak çerçevesinde insanın önce kendi benliğinin kabuklarını kırması, kendini gelişip olgunlaştırması ardından da bütün insanlığı ve kainatı aynı anlayışla kucaklamasıdır. Verdiği savaş, İslam’da cihad-ı ekber olarak nitelendirilen nefs mücadelesidir. Çünkü dünyada yalan, gıybet, dedikodu, kin, düşmanlık, kıskançlık şeklinde kendini gösteren eylemlerin kaynağı nefstir. İnsanın nefsinin kölesi olmaktan kurtulur, özgürlüğüne kavuşursa, işte bu özgür gönülle yaratıcıyla ve onun yarattıklarıyla bir huzur, sükun ve barış iklimini kurabilir.
Bütün bunlardan sonra şunu söylemek istiyorum. Yunus’u hâlâ anıyoruz. Zira, ona bu çağda da ihtiyacımız var. Dünya, 13. asırda olduğu gibi yine kan ve ateş denizi… Bu denizden insanları kurtarmak adına bir yığın bunalım felsefeleri icat ediliyor. Sosyal, ekonomik tedbirler uygulama safhasına sokulmak isteniyor. Ama hiç biri çare olamıyor dertlerimize… Çünkü sorunun kaynağına inmiyoruz. Sorunun kaynağı insanın bencilliği, ihtirasları, maddeye düşkünlüğü, dünyaperestliğidir. Bu sorunlar, nefsin hastalıkları olduğuna göre, şifa sebepleri de bellidir. Önce birey, sonra toplum olarak hepimiz Yunus’un olgunlaşma serüvenini kendi hususi gerçeğimiz haline getirerek, birer Yunus olup “Yunus, miskin çiğ idik, piştik Elhamdülillah” diyebilecek noktaya gelmemizdir. Barışı önce içimizde kurmamızdır. Sevgiyi yüreklerimizde yeniden egemen kılmamızdır. Hayata ve insanlara Yaratıcının nazarıyla bakabilmemizdir.
Yunus, bu anlamda bize de hocalık, önderlik yapacak bir isimdir. Ama onu iyi anlarsak, onun çilesine talip olursak gerçekleşebilir bunlar. Nitekim, bunalımı daha da artırmak isteyenler Yunus’un bu manada anlaşılmaması için ona değişik gömlekler giydiriyorlar. Ona sadece bir ozan yahut şair gözüyle bakmak tek başına bir mistik olarak değerlendirmek, sadece dili ile önemli görmek, kendine mahsus bir felsefenin kurucusu olarak değerlendirmek, hümanizmle özdeşleştirmek, onda Batıni eğilimler bulmak, hayatını zahitlik-dervişlik gibi dönemlere ayırmak, sınıfsal mücadele veren bir devrimci gibi takdim etmek yahut da en azından nerede doğdu, nerede öldü, nerelidir gibi hiçbir sonuç getirmeyecek tartışmaların öznesi yaparak, onun aydınlık dünyasının üzerini örtmek şeklinde özetleyebileceğimiz yanlışlıklardan kurtulmamız gerekiyor. Bilelim ki Yunus’u ne çağının şartları içine hapsetmek ne de bu tür tartışmalarla etrafında bir kült oluşturmak bize fayda sağlamayacaktır. Bu zaten mümkün de değildir. Ne tarih ne biyografi kitapları onun büyüklüğünü anlatabilecek imkana sahip değildir. Eseri ortadadır. Bu esere dikkatimizi çevirmek, onun neden hâlâ bütün canlılığıyla yaşayan biri olduğunu düşünmek, onu gönlümüzden içeri bir dost gibi davet etmek gerekiyor.
***
Şair, Yazar – Mustafa ÖZÇELİK
Eskişehir Valiliği, ESKİyeni Kültür dergisi – Mayıs 2012
Yorum Yaz