– MİNYATÜRLERLE YUNUS EMRE MENKIBELERİ –
Menkıbe, tanınmış ve tarihe geçmiş kişilere ait fıkra, hikaye ve efsanelere verilen addır. Menkıbeler, ele aldıkları kişilerin halkın gözünde nasıl göründüğüne dair ortaya koyduğu özellikler açısından çok önemlidir. Belgeler, birçok özellikleriyle, yaşananların anlaşılmasında güvenilirliği olan kaynaklardır. Menkıbelerde ise belgelerdeki nesnellik görülmez. Menkıbeler, gönül gözüyle görüleni anlatan sözlü ürünlerdir. Yazıya daha sonra geçirilmişlerdir.
Dergaha Doğru
Hacı Bektaş-ı Veli, Horasan diyarından Anadolu’ya gelip yerleştikten sonra veliliği ve kerametleri etrafa yayıldı. Fakir halli kimseler de gelir, ondan nasip alır giderlerdi. O zaman, Sivrihisar’ın kuzey tarafında Sarıköy de yaşayan Yunus, fakir halli olup ekincilik yapardı. Bir vakit kıtlık oldu. Hiç kimsenin bu kapıdan boş dönmemesi onu umutlandırdı. Oraya gidip biraz buğday istemeyi düşündü.
Yunusemre, Sulucakarahöyük’e varınca, Dergahta sevgiyle karşılandı. İsteğinin ne olduğu soruldu. Getirdiği alıçları sunup “Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden bir nesne alamadım, ümidim odur ki, bana buğday veresiniz.” dedi. Hacı Bektaş’ın yakınları Yunus’a çorba ikram ettiler. Alıcından yediler. ‘Biraz dinlen, sonra isteğini arz ederiz.” dediler. Daha sonra isteği Hacı Bektaş’a arz edildi. o da, “Sorun bakalım ne ister, buğday mı, erenler nefesi mi verelim?” dedi. Sordular, Yunus ‘Ben nefesi neyleyeyim, bana buğday gerek” diye cevap verdi. Yunus’un cevabı Hacı Bektaş’a bildirildi. O da, “Varın Yunus’a söyleyin, alıcının her tanesi için iki nefes verelim” buyurdu. Yunus: “Ailem ve çocuklarım var, nefes karın doyurmaz, lütfederse buğday versinler” dedi.*1
Buğday mı, Nefes mi?
Bu sözü Hacı Bektaş’a arz eylediler. Bu defa ‘Varın söyleyin, alıcının her çekirdeği başına on nefes verelim” dedi. Yunus bu söze karşılık yine :”Ben nefesi neyleyim, çoluğum çocuğum var ve açlar, bana buğday gerek” diye ısrar etti. Nefese razı olmadı. Hacı Bektaş, dilediği kadar buğday verilmesini emretti, dervişler buğdayı Yunus’un kağnısına yüklediler. Yunus veda edip yola koyuldu, fakat aklı başına gelince şöyle düşündü: Ulu bir kişinin huzuruna vardım, bana nasip sundular, alıcımın her çekirdeği başına on nefes verdiler, razı olmadım. Ne olmayacak iş ettim, yanlış yaptım. Şimdi bu buğday birkaç gün içinde tükenir, nefes ise ölünceye dek tükenmez. Ola ki, himmet ettikleri nasibi vereler.” diyerek geri dönmeye karar verdi.Hacı Bektaş dergâhına geri döndüğünde kendisine nasibinin Tabduk Emre’ ye verildiği söylendi.
Eğri Odun Giremez
Yunus, Tapduk Emre’ye geldi. Hacı Bektaş’ın selâmını söyledi, olup biteni anlattı. Tapduk Emre ‘’Safa geldin, halin bize bildirilmiştir. Hizmet et, emek yetir, nasibini al” dedi. Yunus dedi ki: “Ne hizmet var ise yapalım!” Tabduk’un tekkesinin ardında dağ vardı. Tapduk, Yunus’u dağdan odun getirme hizmetine koştu. Yunus her gün dağdan odun getirir oldu. Odunu sırtına vurup getirirdi. Ama, yaşını ve eğrisini kesmezdi. “Erenler meydanına eğri yakışmaz” derdi.
Tam kırk yıl bu hizmeti gördü. Odunu sırtına vurup getirirdi. Bir defasında Tabduk Emre: “Yunus Can, dağda hiç eğri odun yok mu ki hep düzgün odunlar getirirsin?”diye sordu. Yunus da “Şeyhim, burası öyle bir Hak ve doğruluk kapısı ki, buraya değil eğri adam, eğri odun bile giremez.” dedi.
Yılan
Bir gün Yunus Emre yine oduna gitti. Fakat o gün odunu çok kestiğinden yanında getirdiği kıl örme, odunu sarmaya yetersiz geldi. Orada bulunan bir yılanı, kıl örme parçası sanarak, getirdiği kıl örmeye ekledi. Odunları sardıktan sonra dergâha getirdi. Tapduk Emre ile Ana Bacı bu durumu gördüler. Tapduk Emre Yunus’ un artık gitmesi gerektiğine karar verdi. “Bir postta iki aslan olmaz” “Bu Yunus’a bu dergâh küçük” diye düşündü. Ertesi gün Ana Bacı Yunus’a yol izni verildiğini söyledi. Yunus: “Ne diyeyim? Olan oldu. Kaderim biçildi. Bize eyvallah gerek, ancak… Gidişimizi öğrendik, gelişimiz? Ya gelişimiz? Kaderimizi biçen bunun için bir şey buyurmadı mı? Dönüşümüze izin var mı? Ne zaman var? “dedi. Ana Bacı cevap verdi: “Nasipse görüşürüz. “dedi, vakit söylemedi. Yunus, bu sözün ardından yollara düştü.
* Aynı menkıbe, Yunus’un odunları denk yaparken kendisine yardım etmek isteyen iki yılanı ip olarak kullandığı ve işleri biten yılanların Yunus’u selamlayarak ormana döndükleri şeklinde de anlatılır.
Sucu Yunus
Şeyh Tapduk Emre, Yunus’a dedi ki: “Sen su getir, fakirlerin suyunu sen taşı!” Yunus, bu söz üzerine su getirmeye başladı. Arkasına bir meşin cübbe giyip kırba ile su taşıdı. Bir zaman bu şekilde devam etti. Ama öyle bir an geldi ki, meşin cübbe arkasına yapışmaya başladı. Bu durum ona büyük bir sıkıntı vermekteydi. Bir gün bir dervişe dedi ki: “Ey kardeş, sırtım gayette acır. Göremem. Şuna bir baksan, acaba acının sebebi nedir?”O derviş Yunus’un arkasından meşini çıkardı. Gördü ki, sırtı yara olmuş. Şöyle dedi: “Yunus, sırtın yara olmuş.” Bir miktar mum yağı sürdü. Yunus yine meşini giyip kırbayı alıp su getirmeye gitti. O derviş. Şeyhi Tapduk’a varıp şöyle dedi: “Sultanım şu Yunus’un sırtı kırbadan yara olmuş. Bu görevi bir başka dervişe verseniz!” Şeyh Tapduk dedi ki: “Yunus, yarasını sana mı gösterdi? Yarasına melhemi senden mi istedi? Madem öyle, varsın gitsin yanımızda durmasın!” O derviş gelip bunları Yunus’a söyledi. Yunus da üzüntülü bir şekilde oradan ayrıldı ve çöllere düştü. Bir zaman burada kendi başına kaldı.
Tek Bir Çiçek
Tabduk Emre bir gün müritlerine: “Bugün hepiniz dağa çıkınız ve bana çiçeklerden demetler getiriniz. En güzel demeti hazırlayana bir hediyem olacak.” dedi. Dervişlerin hepsi kırlara çıktılar. Demet demet çiçekler hazırlayıp şeyhlerine koştular. Yunus en sona kalmıştı. Akşam üstü tek bir papatya ile çıkageldi. Zaten Yunus’a karşı gizli bir kıskançlık içinde olan bazı dervişler: “Şuna bakın hele!.. Bula bula bir tek papatya getirmiş.” diye fısıldaştılar. Tapduk, olayın hikmetini Yunus’tan sordu. Yunus da: “Şeyhim, kırları dolaştım, hangi çiçeğe varsam Allah’ı zikreder buldum. Hiçbirini koparamadım. Akşama doğru bir papatya bana seslendi: “Gel derviş Yunus, benim kellemi kopar. Ben bugün Rabbime zikirden gafil oldum. Ölmek bana haktır, beni götür şeyhine.” diye inledi. Ben de size onu getirdim.
Söyle Yunus Can
Günlerden bir gün Anadolu (Rum) erenleri Tapduk Emre’nin tekkesine geldiler. Büyük bir kalabalık oldu. Meclis kuruldu. Mecliste Yunus-ı Gûyende derler bir kimse vardı. Yunus da orada idi. Tapduk Emre coşku içinde kendinden geçerek Gûyende’ye, “Yunus, söyle!” dedi Gûyende işitmedi. Tekrar “Yunus, sohbet eyle işitelim!” dedi Yunus-ı Gûyende yine işitmedi. Üçüncüsünde de Gûyende’den haber çıkmayınca, bu sefer ikinci (Bizim) Yunus’a dönüp: “Yunus, vakit oldu, o hâzinenin kilidini açtık, nasibini alıverdin, sen söyle! Bu mecliste sohbet eyle. Hünkâr varlığının nefesi yerine geldi.” dedi. Yunus’un gönlü açıldı, gözlerinden perde kalktı, coşku denizine düştü. Dili çözüldü şiirler söylemeye başladı. İlâhî hakikatlerin sırlarından, inceliklerinden öyle sohbet eyledi ki, işitenler hayran kaldılar.
Aşk Şarabı
Tabduk Emre, bir gün Yunus’a aşk şarabı sunarak, “Yunus, bunu insan ayağı değmeyecek bir yere koy.” dedi. Gayesi, Yunus’un ilahi zevki tadıp dilini çözmesi ve şiirler söylemesiydi. Bu da ancak aşka düşmekle olabilecekti. Bunun üzerine Yunus Emre ne yapacağını düşündü. Günlerce dağları taşları her yeri dolaştı; fakat insan ayağı değmeyecek bir yer bulamadı.Sonunda aklına geldi. Bu yer ancak kendi midesi olabilirdi.Bunu düşünür düşünmez dizlerinin üzerine çöktü. Aşk şarabını içti. İçer içmez de mest oldu, kendinden geçti. Yüreği aşkla doldu. Böylece İlhama kapılarak şiirler söylemeye başladı.
Şeyhin Kızı
Yunus Emre, Tapduk’a kırk yıl samimiyetle hizmet etti. Odun taşımaktan sırtı yara oldu. Fakat kimseye belli etmedi. Şeyhi onu severdi. Bu, öbür dervişlere ağır geldi. “Şeyhin kızını seviyor, onun için bu ağır hizmete katlanıyor” dediler. Bu dedikoduyu Tapduk’a duyurdular. Tapduk, Yunus’un halini bilirdi. Onları doğru yola getirmek ve şüphelerini gidermek için, bir gün Yunus’a tekkeye hep düzgün odun getirmesinin sebebini sordu. Yunus, “Doğru olmayan, bu kapıya layık değildir.”diye cevap verdi. Tapduk “Söyle Yunus’um söyle!” dedi. Yunus bu nefesin bereketiyle şair oldu. Sonra Tapduk, ihvân yalancı olmasınlar, utanmasınlar, diye kızını da Yunus’a verdi. Bu kız Kur’an okurken akan sular durur, onu dinlerdi.
Bu Nasıl Bir Hal?
Yunus Emre, dağda odun hazırlarken kuşlar başta olmak üzere onlarca vahşi hayvan etrafına toplanırdı. Yunus, onlarla hâl dilinden konuşurdu. Öyle ki tilkiler, kaplanlar, yılanlar,kurtlar, sincaplar Yunus’un ormana girdiğini görünce odun kestiği yere üşüşürlerdi. Bir gün, buradan geçmekte olan bir yabancı seyyah, bu hali gördü. Uzaktan bir süre Yunus’u seyrettikten sonra selâm vererek:” Oduncu derviş. Bu ne hâl? Hayvanlarla bile dost olmuşsun? Bu Anadolu dervişleri hep böyle midir ? Çünkü Bursa’da bir derviş tanıdım. Geyiklere biniyordu, ” Geyikli Haşan” derlermiş adına. Çok güzel sözler söylüyordu. Burada da sen!.. Vahşi hayvanlar kaçmıyor sizden. Şaşılacak şey…” Yunus, yabancıya şöyle dedi: ” Geyiklide gördüğün de biz de gördüğün de Hak’tır yabancı. Hak ile birlik olunca cümle varlıklar biliş olur”.
Altın ve Odun
Bir gün Yunus dağda odun keserken karşıdan bir atlının gelmekte olduğunu gördü. Atlı, iyi giyimliydi. Süslü mücevherleri vardı. Yunus, bu atlının sultan olduğunu anladı. Sultan da Yunus’u görünce durdu ve sordu -.”Derviş burada ne yaparsın? “Yunus: “Odun keserim.” dedi. Sultan, Yunus’a bir miktar altın verdi. Yunus “Sultanım bu nedir?” dedi. Sultan da “Bu öyle bir şeydir ki nereye göndersen boş gelmez. Her ihtiyacını karşılar.” Yunus sordu: “Adı nedir?” Sultan “Altındır” dedi. Yunus, öyle bir Allah kulu idi ki dağlara taşlara, “Altın olun!” dese, altın olurdu. Bu duyguyu içinden geçirir geçirmez hemen o anda dağlar taşlar ve ağaçlar altın oldular.
Yunus dedi ki: “Sultanım, altın ne ki, neye yarar? Bunlar dünyalık şeylerdir. Taşa taş olmak, ağaca ağaç olmak yaraşır.” Böyle der demez altın olan taşlar, ağaçlar evvelki gibi oldular.
Ümmi Yunus
Yunusemre, halk arasında ümmi olarak bilinmesine rağmen; Arap ve Fars dilleriyle, din ve dünya ilimlerindeki bilgisiyle tanınırdı. Bu durumu bilen Bektaşî müritlerinden biri bunun sebebini Yunus’a sordu : “Derviş Yunus, bu iş nasıl oldu?” Yunus ona şöyle dedi: “Dillerimi Mevlâna’dan, dinimi Hacı Bektâş’tan, şiirimi ise Tabduk Emre’den tahsil eyledim ben.” Bektaşi dervişi.” Nasıl olur bu? Sen onları dünya gözüyle hiç görmedin ki!” dedi. Yunus ellerini kalbinin üstüne bastırıp usulca: “Gözler insanlar için, kalp gözüyse sadece erenlerin. Kalpten kalbe varan köprüde, sen gözünü yeter ki açık eyle!” dedi.
Mürit, o sıra Yunus’un ellerine baktı ve ellerinin bir çerağ gibi parıl parıl parladığını gördü.
*Ümmi: Bilgisi okuma yazmaya dayanmayan, bütün bildiklerini vahiy yoluyla Allah’tan alan Hz. peygamberin sıfatı. Halk Yunus’u çok sevdiği için bu sıfatı ona da vermiştir.
Türkmen Kocası
Genç Yunus Emre sık sık Mevlâna’nın yanına giderdi. Her ayrılışında Mevlâna onu kale kapısına kadar uğurlardı. Mevlâna’nın müritleri, bu duruma şaşıp kalırlardı. Bir gün sükutu bozarak, Mevlâna’ya bunun sebebini sordular.
O da: “İlahi menzillerin hangisine çıktımsa, bu Türkmen kocasının izini önümde buldum. Onu geçemedim.” Onun Türkmen kocasından muradının Yunus Emre olduğu söylenir.
Uzun Yazmışsın
Yunus birgün Mevlâna’ya: “Mesnevî’yi sen mi yazdın?” demiş. Mevlâna “Evet” deyince, “Uzun yazmışsın! Ben olsam:
‘Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm‘
derdim, olur biterdi! “demiş.
Mevlâna ve Yunus
Yunus, Konya’da bulunduğu yıllarda Hz. Mevlâna’nın büyük oğlu Sultan Veled ile arkadaşlık etti. Her ikisi de Mevlâna’dan ders aldı. Mevlâna vefat edince Yunus çok perişan oldu. Ardından içli gözyaşları döktü. O günlerde Mevlâna’nın mübarek mezarı üzerine bir türbe yapılıyordu. Yunus, bu inşaatın gönüllü ırgatı oldu. Sabahtan akşama kadar omuzunda taş, tuğla taşıdı. Bir seher vakti, erkenden baş mimar inşaatı kontrole geldi. Bir de ne görsün, bir işçi yerden bir tuğla alıyor ve “Allah – Hakk” diyerek yukarı fırlatıyor. Tuğla havada bir kaç devir yaptıktan sonra kubbede yerini buluyordu.
Bu işçi Yunus’tan başkası değildi. Mimar bu durum karşısında hayretler içinde kaldı. O işçinin yanına yaklaştı “Kimsin sen?” diye sordu. Bu sırada o işçi yerden aldığı tuğlayı yukarıya fırlattı. Fakat bu tuğla yerine varmadan yere düşüp parçalandı. Böylece Yunus’un kerameti meydana çıktı. Artık oralarda kalamazdı ve Konyayı terk etmeye karar verdi. Sultan Veled’in elini öpüp ayrılacağını bildirdi. Sultan Veled de O’na “Git Yunus Git… Sen artık türbe değil de gönül binaları yap.” diyerek onu uğurladı…
Çoban
Kırk yıl diyar diyar dolaşan Yunus’un yolu bir köye vardı. Ev ev köylüyü ziyaret etti. Hepsiyle sohbet etti, onlara şiirlerini okudu. Yunus daha sonra müsaade isteyip kalktı. Bir ahırın yanından geçerken bir çobanın ağladığını gördü. Çobanın gözleri kan çanağına dönmüştü. Sebebini sordu. Çoban, sürüsünden bir koyunu kurdun kaptığını, ağaya durumu anlattığı halde kendisine inanmadığını ve eziyet ettiğini söyledi. Yunus, ağanın evini sordu. Çoban, köyün en görkemli evini işaret etti. Yunus: “Bekle beni, birazdan geleceğim. “diyerek köy ağasının evine yöneldi ve içeri girdi.
Bir müddet sonra çobanın kaldığı ahıra döndü. Bu kez çobanı da yanına katıp ağanın huzuruna vardı. Gördüğü manzara karşısında çobanın gözleri fal taşı gibi açıldı. Çünkü, ağa odanın dört duvarını turlayıp koyun gibi melemekteydi. Çobanı görünce hemen yanına sokuldu, yakaran gözlerle kendisini affetmesini diledi. Çoban affedince, ağa bir köşeye sindi. Dışarı çıktıklarında “Kimsin sen?” diye sordu. Yunus “Bu nice iştir ki akıl sır ermez ?” dedi. Azığını heybesine koyup gözden kayboldu.
Dervişlerin Duası
Yunus Tapduk’a kırk yıl hizmet etti. Fakat, kendisine ilahi âlemin sırlarından bir şey açılmamıştı. O da kaçıp dağlara, kırlara düştü. Bir gün bir mağarada dervişlere rastladı, onlarla arkadaş oldu. Her gece onlardan biri dua eder, duası bereketiyle bir sofra yemek gelirdi. Sıra Yunus’a geldi, o da duâ etti: “Yâ Rabbi, benim yüzümü kara çıkarma. Onlar kimin hürmetine duâ ediyorlarsa, onun hürmetine beni utandırma!” dedi. O gece iki sofra yemek geldi. “Kimin yüzü suyu hürmetine duâ ettin”diye sordular. Yunus “Önce siz söyleyin.” dedi. Onlar, “Biz Tapduk Emre’nin kapısında kırkyıl hizmet eden Yunus diye bir ermiş vardır onun hürmetine dua ederiz” dediler. Yunus bunu duyunca hemen Tabduk dergahına geri döndü.
Bizim Yunus
Yunus, dergâha gelince Ana Bacının yanına vardı. Dergâhtan ayrıldığı için çok pişmandı. Bu yüzden ona: “Aman beni bağışlat!” dedi. Ana Bacı dedi ki: ‘Tapduk, sabah namazına abdest almak için çıkar. Kapı eşiğine yat. Üstüne basınca bu kim diye sorar. Ben, Yunus” derim. “Hangi Yunus?” derse bil ki, gönlünden çıkmışsın! “Bizim Yunus mu?” derse ayaklarına kapan, kendini bağışlat. Yunus, Ana Bacının dediği gibi eşiğe yattı. Sabah namazı vakti olunca Tapduk Emre, Ana Bacının kolunda abdest almaya giderken ayağı Yunus’a değdi. Bu kim diye sordu. Ana Bacı, Tunus” dedi. Tapduk, “Bizim Yunus mu?” deyince. Yunus Tapduk’un ayaklarına kapanıp suçunu bağışlattı.
Asa Nereye Düşerse
Yunus Emre, dağda karşılaştığı dervişlerden Hak katındaki derecesini öğrenip, dergâha geri döndüğünde Tabduk Emre onu affetti; fakat yanında kalmasına izin vermedi. Ona şöyle dedi: “Mertebeni öğrendin. Artık burada duramazsın. Çünkü bir postta iki aslan oturmaz. Buradan gidecek ve halkı irşad edeceksin.” Ardından da: “Asamı attığım yere gider, gönülleri orada fethedersin.” diye ekledi. Daha sonra asasını attı. Yunus bu asayı tam beş yıl aradı, sonunda Sarıköy’de buldu ve orada ruhunu teslim etti.
Molla Kasım
Yunus, hayatı boyunca üç bin şiir söyledi. Bunları bir divan haline getirdi. Molla Kasım isimli bir din bilgini bir su kenarına oturup bu şiirleri okumaya başladı. Bunlardan önce ilk binini okudu ve dine aykırı bularak yaktı. Kalan bin tanesini de aynı sebeple suya attı. Üçüncü bine başlayınca şu beyitle karşılaştı:
Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir
Molla Kasım, bu beyti okur okumaz, Yunus’un kerametine inandı. Divanını öpüp alnına koydu. Fakat ne çare ki elde bin şiir kalmıştı. Şimdi Yunus’un o yakılan bin şiirini gökte kuşlar ve melekler, denize atılan bin tanesini balıklar, kalan bin şiirini de insanlar okumaktalarmış.
***
*– Yunus Emre ile ilgili pek çok bilgiyi ona ait menkibelerden öğrenmekteyiz. Menkıbede geçen “alıç” “buğday”, “nefes” ve “kilit” ledünni birer remizdir.
Alıcın erenler tarafından kabulü, gerçekte dosta -teslimiyet işareti olarak- sunulan can kurbanının kabulüdür. Yunus yolun başında, can verip canan sırrını alabilecek mizaçta birisi olduğunu, farkında olmadan, fakat samimi bir halde bu şekilde göstermiştir. Böylece biz, alıç gibi mütevazı bir hediyeyi küçük görmemek gerektiğini Yunus Emre’den öğreniyoruz. Niyazi-i Mısri bu hali anlatırken şöyle der:
Her bir kuru lâf ehli dâhil olmaz bu meclise
Ol câna kıymaz nice gel desin ona cânânesi
Bu yolda cânın veren cânân alır yerine
Aşk dükkânında onun cân ile bâzâr olur
Bilindiği üzere, kainatta bulunan bütün maddelerin ontolojik konumu insana yakınlığı ve uzaklığına göre değerlendirilmektedir. Bu maddeler devrederek insana doğru gelir. Menakıpta geçen “buğday” ise, İlâhî nûrun unsurlar -bitkiler- alemindeki ilk elbiselerinden, ilk nüvelerindendir. Bu nüve, kainatın hulasası olan insana dönüşmeye en yakın maddedir. Ekmeğin ham maddesi olan buğday bu sebeple, teni (nefsi), daha öz bir ifadeyle, rûh mesabesindeki Âdem’le nefs mesabesindeki “Havvâ’yı sembolize eder. Hakikat erbabı, buğdayı, Âdem ve Havva’nın yakınlık sırrından kinaye “yasak meyve” diye adlandırmıştır. Yine her mevcut, bir tek vücudun eseri olduğundan, eskiler “Buğdayın elifi (vahdet sırrı) karnında (içinde)dır.” demişlerdir.
Diğer taraftan buğday, maddi değer ölçüsü olması münasebetiyle, dünyevi değerleri ve hevesleri de sembolize eder.
Ahıskalı Bektaşî Şeyhi Gâmizî Ali Baba (XIX. asır), dervişi Mehmed Kemâleddin Efendiye gönderdiği mektuplarının bir-kaçında, buğdaydan ledünnî bir remz olarak genişçe bahseder. Ona göre buğday, yaratılışın başlangıcında Cenâb-ı Hakk’ın “kün” emrindeki “nun’un noktasının remzidir. Bu âlemdeki varlığın özü, “kün” kelimesinin noktasında bir cevher olarak gizlidir. Buğdayın ortasında bulunan elif hattı bütün zamanlarda yaşayan insan-ı kâmilin sırrından bir alâmettir. Danenin yarısı erkek (Âdem) ve yarısı dişi (Havva)dir. Cenab-ı Hak bunlara karşılıklı olarak şiddetli bir sevgi vermiştir. “Kün” emri içindeki noktada anne rahmine ekilebilecek kıvama gelen yaratılışın özü (tohm-ı vücud, sperm) vardır. Bu öz, yani, “Kün!” emrindeki nokta, buğdayla remzedilmiştir.
Yukarıda, buğday tanesinin bir yarısının erkekliğin, diğer yarısının da dişiliğin sembolü olduğunu belirtmiştik. Buğdayın ortasındaki elif hattı iki tarafındaki dişi ve erkek özellikleri birleştirip kendi kendini tohumlayıp bir dâneden pek çok dâne meydana getirdiği gibi Âdem ile Havva’nın da ferdi yakınlıkları, yani, “Kün!” emrine muhatap olan tohumları, uzun bir zaman içinde âdemin cismini meydana getirmiştir. Böylece, buğday, hem varlığın özü olan erkeklik ve dişiliği kendi varlığında birleştiren âdemiyyetin, hem de nefsin ve şehvetin remzi olmuştur.
*-Dr. Mustafa Tatcı – 2012, Yunus Emre’nin Mürşidi TAPDUK EMRE
Menkıbe & Minyatür
Efsaneler ve menkıbeler içinde özellikle velilere ait olanların farklı bir önemi vardır. Bu tür eserler ele aldıkları devri aydınlattıkları gibi, tasavvuf kültürünün tarihine, sosyoloji, psikoloji ve folklor çalışmalarına da kaynaklık ederler. Menkıbeler, ayrıca kaynaklara göre küçük değişikliklere de uğramışlardır.
Minyatür ise, matbaanın icadından önce daha çok el yazması kitapları ışık, gölge ve derinliği dikkate almadan renkli ve küçük resimlerle süsleme sanatıdır. Büyük ölçüde yapıldıkları çağın tarihsel belgesi niteliğindedir.
Bu çalışmamızın amacı, bir yandan unutulmakta olan Yunus menkıbelerini hatırlatmak, bir yandan da minyatür sanatımızı sevdirerek devamlılığını sağlamak ve yaygınlaştırmaktır. Bu sanata gönül verilmesi dileğiyle…
Ali Osman Gül – İl Kültür ve Turizm Müdürü
***
T.C. Eskişehir Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayın No: 12
Minyatürlerle Yunus Emre Menkıbeleri
Metin Yazarı: Mustafa ÖZÇELİK
Araştırmacı / Yazar
Minyatürler: Funda YEŞİLYURT
Atatürk Üniversitesi, GSF Öğretim üyesi
İhsan ENGÜN / Mehmet KONUKÇU
Türkçe Redaksiyon
Bu eser İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nce hazırlanmış, Yunus Emre Kültür Sanat ve Turizm Vakfı tarafından bastırılmıştır. Mayıs 2011 – ISBN: 978-605363-782-0
Yorum Yaz