Seküler Ahlakın Sonuçları:
Kur’an hikmeti ile felsefe hikmetinin karşılaştırılması “Onikinci Söz”de yapılarak, İlâhî kelam ile felsefenin insan hayatına ve ahlâkına neler kazandırdığı ve neler kaybettirdiği karşılaştırılarak anlatılır.
Felsefe Talebesi
Seküler Ahlakın Sonuçları.
Bu karşılaştırmaya Bediüzzaman, felsefe talebesinin tanımıyla başlar: Felsefenin talebesi bencildir, ego ideali olarak menfaatini seçer. En büyük himmeti, gayesi yemek, içmek, üremektir. Şahsının ve kavminin menfaati için, hile yapmaktan rahatsız olmayan Makyavelist anlayışa sahiptir. Kendi menfaati için yalan söyleyebilir. Kalbinde dayanak noktası bulunmadığı için kendi çıkarını yücelten, zevklerinin peşinde koşan bir felsefesi vardır.
Kendi menfaatlerini kutsallaştırıp rab kabul eder. “En yüksek değer paradır, amin” diyen insanlar ortaya çıkmıştır. Para narsizmi besler; menfaat için, zevkleri tatmin için en büyük araçtır. Bencil, zulmeden, kendini özel ve önemli gören, diğer insanları ötekileştiren ben – merkezci insan tipolojisi ortaya çıkar. Bu da daha önce anlattığımız California Sendromunu doğurmuştur. Bu sendromda ben – merkezcilik kişilik biçimi haline gelir ve bunun sonucunda yalnızlaşan mutsuz insan tipi ortaya çıkar.
Varoluş bunalımı yaşayanlarda dayanak noktası yoktur. Referans noktası olmadığı için “Bu haksızlık bana niye yapıldı, ben niye filanca gibi yaşamıyorum, onlardaki menfaatler bende niye yok, o menfaatlere ulaşabilmek için her türlü hileyi yapabilirim, çünkü benim de hakkım” diye düşünür. Her şeyi hakkı gibi görür, çünkü egoyu kutsallaştırmış, mağrur yapmıştır.
Allah’ı dayanak noktası olarak almayan bir insan, kendisini inorganik maddelerin yarattığına inanır. “Karbon, hidrojen, oksijen, azot bana hesap sormuyor o halde ben özgürüm, canımın istediğini yapabilirim” anlayışı hâkim olur. Tevazünün üretim maliyetini düşürdüğünü, yardımsever olmanın sermayeyi azalttığı savunulur.
Mesela Hitler bu felsefeyi benimsemiştir. Bu felsefenin etkisiyle kendini üstün ırk olarak görüp diğer ülkelere savaş açmıştır. Bu savaşların arkasında Hitlerin egosunu ve kavmini kutsallaştırması ve bencilliği yatar.
Kuran Talebesi
Bediüzzaman, felsefenin talebesine karşı Kuranın talebesinin tarifini de yapar: Kuran talebesini “kul” olarak tarif eder.
Allah’tan başka hiçbir mahlûka kul olmaya tenezzül etmeyen, başka hiçbir varlık karşısında eğilmeyen, ama onları da kendine kul etmeye kalkışmayan, mütevazı olmayı, halim selim olmayı teşvik eden kişilik yapısını anlatır. Kuran talebesi bencil olmadığı gibi menfaatlerine göre yaşamaz, hatta cennet gibi büyük bir menfaati bile ibadetin amacı yapmaz. Aslında fakir, aciz ve zayıf olduğunu bilir.
Bu dünyada yaptığı iyi, güzel şeyleri, dürüst, çalışkan, yardımsever olmayı manevî ticaret ve ahirete yatırım olarak kabul eder. Dünyadaki malın değersiz olduğunu, ahiretteki malın kıymetli olduğunu, gerçek hayatın orası olduğunu görür. Dünyadaki kazanmaların bir vasıta olduğunu, buradaki zevklerin birer küçük örnekler teşkil ettiğini, asıllarının ahirette bulunduğunu, buradaki zenginliklerin geçici olduğunu kabul eder.
Kuran talebesi Yaratıcının nihayetsiz kudreti olduğunu kabul eder ve istinat, dayanak noktası olarak Onu kabul eder. Kendini kötü, aciz, bunalımda hissettiği zaman her şeyi duyan, bilen, her şeye gücü yeten Allah’ın onu duyduğunu ve yardım edebileceğini hatırladığı an ümitsizliğe düşmekten kurtulur.
Kur’an ve felsefe ahlaklarının karşılaştırılmasında; iki ahlâk öğretisinin şahsî hayata verdiklerini ve toplumsal hayata sağladıklarını şöyle yorumlayabiliriz:
Seküler ahlâk öğretisinin kişiye verdiği ego ideali menfaattir. Çıkarı için çalışan insanlar güçlerini o yönde kullanacaklardır. Güçlü olan zayıfa zarar verecektir, böylece çatışma çıkacaktır.
Dini ahlâkın kişiye verdiği ego ideali ‘fazilet ve rızayı İlahi’dir. Erdemli yaşamayı onurlu yaşamak olarak algılayan insan, ilkeleri için çıkarını ikinci plana atacaktır. Dinî ahlâk insanın ilkeleri yaşamasını önerdiği için ilkeli insanlar daha kolay anlaşma sağlayıp uzlaşabileceklerdir.
Seküler ahlâkın dayanak noktası kuvvettir. Çözümlenmesi gereken konularda güç, para, sosyal statü kullanılarak sorun çözülmeye çalışılır. Güç, para ve sosyal konumu ilkesizce şahsi çıkarı için kullanan insanlardan oluşan bir toplumda ise kavga, şiddet, saldırı bitmeyecektir.
Dinî ahlâkta dayanak noktası ‘kuvvet yerine Hak’tır. Haklı olanın güçlü olması, güçlü olanın haklı olmamasını benimseyen insanlardan oluşmuş toplumda ortak yaşam kolay olur.
Seküler ahlâkta yaşam prensibi ‘Mücadele’dir. Darwin’den etkilenen sosyal bilimciler yarışmacılığı, rekabetçiliği barışçıl olmayan bir tarzda önerdiler. İşletmeler de başkasını düşünmeden başarılı olmayı ilke olarak benimsedi. Böylece üretkenlik arttı. Fakat insanlar arası yardımlaşma azaldı. İnsanlar zengin oldular, ama yalnız kaldılar.
Dini ahlâkta yaşam prensibi olarak ‘yardımlaşma önerildi. “Kendi iyiliğin ve başarından önce, toplumun iyiliği ve başarısı gelir” ilkesi ile paylaşma ahlâkı ‘infak’ gerçeği olarak önerildi. Kendisinden önce komşusunu düşünmek, başkasına, zayıflara, hastalara yardım etmek kutsal davranış olarak övüldü.
Seküler ahlâkta topluluklar arası bağ olarak ırk, soy bağı önerildi. Milliyetçilik duyguları şovenizm ölçüsünde teşvik edildi. Ulus devlet ideoloji olarak benimsendi. Ulusçuluğu kutsallaştıran yaklaşım başkalarını yutmakla beslenen ‘şovenizm’ akımlarını doğurdu. İnsanlık tarihinin en büyük savaşları yirminci yüzyılda bunun için yaşandı. Dünya barışı zarar gördü.
Dinî ahlâkta insanlar arası bağ olarak ‘din, vatan, sınıf bağı’ ön plana çıkarıldı. İnsanların değiştirilebilir bağlarının olması sevgi duygusunu güçlendirici etki yapar. Bir insanın kendi ırkından olmayan bir insanı sevebilmesi, küçük görmemesi, savundukları ortak değerlerin daha çok olması, toplumsal kardeşlik ve dostluk duygularını arttırıcı etki yapar.
Seküler Ahlakın Sonuçları
1) İnsanların zevk tuzaklarına düşmesi, zevklerini doyurmak için bencilleşmesi.
2) Narsistik bireylerin artması: Başkalarını küçümseyen, kendi çıkarı için her şeyi kullanan, eleştiri kabul etmeyen, yardımlaşmayı kendisine yardım olarak düşünen, kinci, kıskanç, nankör, övgüyle beslenen küçük firavunların çoğalması. Basit, rutin günlük işler onu mutlu etmediği için küçük şeylerden zevk alamaz. Onu mutlu edecek şey para, güç, şöhret ve cinsel doyumdur.
3) İnsanlığın ihtiyaçlarının artması: Daha çok kazanmak, daha rahat yaşamak, para, güç, şöhret sahibi olmak duygularının abartılması ekonominin felsefesi oldu. Tüketim teşvik edildi. İnsanların beklenti düzeyi yükseltildi. Moda ve merak gibi duygular abartıldı. Bir iki şeyle mutlu yaşam sürebilecek insan 20-30 şeye muhtaç duruma düştü. Ulaşmadığı için kendini kötü hissetmeye başladı.
4) Yalnızlık psiko-sosyal sorun oldu. Kendi çıkarını kutsallaştırmış, zorluklar karşısında zevk aldığı başka konuya yönelen insan özgür ve birey olmak isterken kendisini yalnız, güvensiz hissetmeye başladı. Kendi rahatını, zevkini, eğlencesini amaç edinen birey evlilik yaşamında, aile içi iletişimde gerekli olan empatik iletişimi sağlayamadı. ‘Biz’ diyemeyen bir insan hep ben demenin sonucu yalnızlığı, köpeklerle arkadaşlık kurmayı tercih etti.
5) Güven duygusu azaldı. Kendisini sevmenin medeniyet olarak sunulduğu bir ahlâkta başkalarını sevme duygusu zayıfladı. Başkalarını sevmeyen insan onların dost olmadığını düşünmeye başlar. Böyle insan kendisini tehdit altında hisseder. Her an zarara uğrayacağı duygusu ile korku içerisinde yaşar. Kendi çıkarı için yalan söyleyebilen bir insan herkesin yalan söylediğini düşünmeye başlar ve güvensizlik daha da artar.
6) Saygı duygusu zarar gördü. Ben – merkezci yaklaşımlar kutsal değer olarak bireyin isteklerinin doyurulmasını, zevklerinin karşılanmasını önerir. Böyle durumlarda otorite rolündeki kişilere karşı kızgınlık gelişir. İsteklerini sınırlandıran güce karşı saygısızlık, kurallara önem vermeme, itaatsizlik duyguları ön plana çıkar. Başkasının hakkına saygı duymak gibi bir kaygı, merhametli olmak, seküler ahlâkı benimsemiş insan için gereksizdir.
Yaptıkları işlerde bir Yaratıcıya hesap vermeyeceğini düşünen insan yasalara yakalanmadıkça her şeyi yapabilirim düşüncesine sahip olur. Başkasına zarar vermenin, hayvanlara, doğaya zarar vermenin vicdanî kaygısını hissetmez. Kendisine doğrudan zarar vermeyen şey onun umurunda değildir. Zengin, bilgili, ama mutlu olmayan bireyler seküler sistemin meyveleri olarak önümüzde duruyor.
Prof. Dr. Nevzat TARHAN
Yorum Yaz