Her zaman karşılaştığımız soru, neden sorusu.
Yaşadığımız hayat boyunca bir soruyla karşı karşıya geliriz. Bu soruyu ya biz sorarız ya başkaları sorar ya da bir grup, millet, toplum sorar. Ya da biz topluma, millete, insanlara sorarız. Bu soruyla günlük, sosyal, iş ve aile hayatımızda veya kendi içsel hayatımızda yani yaşadıklarımızı sorgulayarak kendi kendimize sorarız.
Bu soru kaçınılmazdır. Daima karşımıza çıkar ya biz sorarız ya da bize sorulur. Ya meraktan ya hayretten ya korkudan ya soruşturmak için ya kuşkudan ya da öğrenmek amacıyla ya da olaylara bakış açımızı genişletmek üzere sorarız veya bize sorulur.
Evet, her zaman karşılaştığımız bu soru “Neden?” Neden bu olay oldu? Neden böyle oldu? Neden bu afet burada oldu? Neden bu benim başıma geldi? Neden insanların var da benim yok? Vesaire vesaire. Bu “Neden” sorularını daha da çoğaltabiliriz.
“Neden” sorusu hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıdır.
Dünyayı, hayatı bu “Neden?” sorusuyla anlarız ve hayata bağlanır ve işlerimizi, ilişkilerimizi sağlıklı bir şekilde yürütürüz. En önemlisi de öğrenme sürecimizi bu soruyla devam ettiririz. Fakat bu soruyu sorarken sorgulayıcı yani art bir niyet, şikâyet için değil öğrenmek, faydalanmak ve bilgimize değer katmak için sormamız gerekir.
“Neden?” sorusunu sorgulayıcı sormak tenkit etmek ve memnun olmamak üzere olmaması gerekir. İlk önce kendimize bir bakalım. Olumsuz bir olay yaşadığımızda ilk tepkimiz “Neden benim başıma geldi? O kadar insan varken neden bir beni buldu?” gibi sorularla yaşadığımız kötü olaya şikâyet ve memnuniyetsiz bir durumla yaklaşıyoruz.
Böyle sorgulayıcı sormamızın sebebi, olaya ve kendimize bütün olarak bakmayıp bencil davranarak sadece kendi açımızdan, kendi menfaatimizin çerçevesinden ve ben merkezli baktığımızdan bizzat yaşadığımız olayın hayatın içinden ve kendimizin bütünün bir küçük parçası olduğumuzu göremediğimizdendir.
Dünyayı ve bütünü kendi eksenimizde ele alıp sanki sadece bu dünyada kendimiz varız, kendimiz yaşıyoruz. Bu sebeple ben merkezli bir dünya kurarak dar bir çerçevede düşünüyoruz ve yaşıyoruz. Böyle olunca en hafif sıkıntılı bir olay yaşadığımızda sanki sadece bizim başımıza gelmiş gibi dünya başımıza yıkılıyor. Büyük bir depresyona giriyoruz ve “Neden? Neden ben?” deyip karamsarlık girdabına girip kendimizi mahvediyoruz.
Halbuki şöyle bir çevremize baksak herkesin kendine göre bir dertlerinin, belaların ve musibetin içinde olduğunu görürüz. Sadece bir hastaneye gitsek hastaların halini görsek veya adliye koridorlarına gidip davalara bir şöyle bir göz atsak, hadi gene bir örnek daha verelim, herhangi bir resmi veya sivil toplum kuruluşlarının yardım götürdüğü insanları görsek, kendi halimize binlerce şükrederiz.
Bu “Neden?” sorusunun günümüzdeki en moda sorusu “Müslümanların neden cahil, gelişmemiş, birbirinden kopmuş bir vaziyette ezik, zulüm gören bir halde? Cenabı Allah Müslümanların yardımcısı olduğunu ve diğer bütün insanlardan üstün olduğunu belirtmiyor mu?
Neden Allah Müslümanlara yardım etmiyor? Neden Müslümanlar bu halde?” Bu sorular da kendimize sorduğumuz “Neden?” sorusunun aynı karakteristik özelliğini taşımaktadır.
Yani biz kendimize sorduğumuzda sadece kendi halimizi ve kendi iç dünyamızı düşündüğümüz gibi Müslümanlar için neden sorduğumuzda da sadece günümüzü, zamanımızı ve Müslümanların bugünkü halini düşünerek yaşadığımız şartları göz önünde tutarak soruyoruz. Hiç tarihe bakmıyoruz.
Tarihteki Müslümanların şanlı tarihlerinin ve diğer devletlerden daha üstün olduğu, ilmin, bilimin en zirvede yaşandığı devirlerin olduğunu ve büyük medeniyetler meydana getirdiğini, böyle güçlü ve huzurlu bir dönemden sonra da bugünkü yaşadığımız gibi Müslümanların katliamlara maruz kalıp mazlum olarak birlikten ve dirlikten mahrum bir şekilde yaşadıklarını da görürüz.
Nasıl yolun iniş çıkışları, düz ve virajlı şekilleri olduğu gibi tarihte de medeniyetlerin inişli çıkışları yani güçlü güçsüz, bilimde ilerlemiş ve bilimden uzak olarak yaşadıkları devirleri vardır. Tarihte bu durumlar yaşanmıştır.
Ancak şuna dikkatinizi çekmek isterim. Müslümanların zulüm ve baskı altında oldukları zaman dilimleri çok kısa sürmüştür. Gerek siyasi hayatta gerek bilim ve teknoloji alanında gerek askeri sahada çok üstün, güçlü, büyük ve en önemlisi de dünyaya adaleti, iyiliği, barışı tesis edip meydana getirdiği büyük medeniyetleri (Osmanlı, Selçuklu, Abbasi vb.) uzun süreli olmuştur.
Her zayıflık ve mazlum halinden sonra daha parlak ve güçlü döneme geçilmiştir.
Günümüzde siz deyin “Kaderimiz” başkaları “Şanssızlığımız” desin Müslümanların zulüm altında yaşadığı devirde yaşıyoruz. Ne kadar Müslümanlar için zor bir dönemde yaşasak da nasıl dünya dönüyor, geceler, gündüzler, mevsimler oluşuyorsa şu yaşadığımız Müslümanların gecesinin bir gündüzü ve baharı mutlaka gelecektir.
Geceden sonra gündüzün ve kıştan sonra baharın geleceğinden emin olduğumuz gibi şundan da eminiz ki, yaşadığımız bu zulümler bitecektir.
İsrail’in bir aydan beri Filistin’in üzerine yağdırdığı ölüm, katliam, insafsızlık, vahşet bombardımanlarıyla kalplerimiz büyük bir hüzün içerisinde.
İsrail’in bu görülmemiş zulmü karşısında bize düşen ah vah etmeyip “Müslümanlar neden bu halde?” sorusunu soracağımıza “Müslümanları bir Müslüman olarak bu halden kurtarmak için ne yapmalıyız?” sorusunu kendimize sorarak “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz”. (Âl-i İmrân 4/139)
Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
(Enfal 8/46) ayetlerini kendimize düstur edinerek imanımızı en güzel şekilde yaşayıp birbirimizle bütün düşmanlıklarımızı, çatışmalarımızı, ayrılıklarımızı bırakıp ilk önce bulunduğumuz toplum içerisinde birbirimize saygı çerçevesinde yaşayıp işimizi en güzel şekilde yapmamız gerekiyor.
Eğer kendi işimizi en güzel şekilde layıkıyla yaparsak devlete, topluma ve bütün İslam alimine karşı sorumluluğumuzu yerine getirmiş oluruz. Böylece birlik ve beraberliği de kendiliğinden getirmiş oluruz.
Sadece parçaya değil bütünün kendisine bakacağız.
Yalnız yaşanan zulme değil onun ötesinde bütün dünyayı gözlemleyip bir bütün olarak İslam alemini bir araya getirmeye gayret edeceğiz. Bu yaşananlar bize hiçbir şekilde umutsuzluğa düşürmesin.
Çünkü, “Kâfirlerin refah içinde diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın. (Onların bu refahı) az bir yararlanmadır. Sonra onların barınağı cehennemdir. Ne kötü bir yataktır orası!” (Âl-i İmrân 197-198) ayetinde kalplerimize, gönüllerimize bir ferahlık veriyor.
Yılmamamızı, üzüntüye kapılmamamızı aksine daha bir gayret ve daha bir İnançla işimize sarılıp Allah’a tevekkül ederek yaşamımızı belirtiyor.
Öyleyse, “Neden Filistin veya Doğu Türkistan ve diğer Müslümanlar böyle mazlum durumda?” sorusunu biz ne yapabiliriz sorusuna yöneltelim ve bunun için gayret edelim.
Yazar – Mesut AKDAĞ
Yorum Yaz