Mutlu Bir Yaşama Doğru Kendi Değerlerimiz ve Nasreddin Hoca’dan Gelecek için Akıl Notları.
Dünyanın bizden, bizim kültürümüzden öğrenecek çok şeyi var… Önce bir yüzleşme: Bizlere mutluluğu, huzuru kazandırtacak temel bir şeyi kaybettik. Hayatımıza çağırmamız gereken, kaybettiğimiz değer, Anadolu’yu bizlere yurt eden Alperenlerin aşkıdır, sevgisidir.
Hayatımıza çağırmamız gereken şey, Alparslan Gazi’ye Malazgirt’te elbiselerini kefen diye giydirten hummalı sevdasıdır. Asırlar sonra bile insanları hayran bırakan, mermerde lale açtırtan Mimar Sinan ruhudur, heyecanıdır, sevgisidir kaybettiğimiz.
Kaybettiğimiz, siftah yapmayan komşusuna, siftah yapmış esnafın müşteri göndermesini sağlayan sevgidir, kardeşliktir duygusudur. Yeniden diriltmemiz gereken; “Allah’ım bu milleti bir İstiklal Marşı yazdırmasın” diyen Akif’in millet sevgisi, esirgeme duygusudur. Kaybettiğimiz, Fuzuli’ye “Aşk imiş her ne var alemde “dedirten “Başına taştan taşa urup gezer avare su” dedirten aşktır, ıstıraptır.
İşte Mevlana’ya, ölüm için “Düğün günü “dedirten sevgiyle yürümemiz ondadır. Onun için, şark kurnazlığı ile değil, Bizans entrikaları ile hiç değil, Taptuk Emre kapısına eğri odun bile getirmeyen Yunus Emre sevgisinin sadakati ile, bedelleri göze alıp dosdoğru yürümeyi seçiyoruz. Bu sevgiye muhtacız. Her şeyini paylaşan bir toplum için bu sevgiyi büyütmeyi seçiyoruz.
İhtiyacımız olan ve çözüm sevgi toplumunu oluşturmaktır. Sevgi toplumunun ancak kendini tanımış, olgunlaştırmış, gerçekleştirmiş ve iletişimi güçlü bireylerle sağlanabileceğinin de farkındayız. Birbirimizi sevmeye, sevgiyle kenetlenmeye muhtacız.
Hüsnüniyetle birbirimize yaklaşmaya, birbirlerini ören sağlam tuğlalı binalar gibi birbirimize tutunmaya ihtiyacımız var. Aklın yolu bu, tarihin öğrettiği ve gelişmenin esası bu. Ne güzel demiş Yunus: “Sevelim, sevilelim, Dünya kimseye kalmaz.” Bunun için de kültürümüzden, değerlerimizden beslenelim, aklımızdaki soruların cevabını Nasreddin Hocamızdan öğrenelim…
Nasreddin Hocamızın birinci dersi: Sizce maskesiz yaşamak çok mu zor? Hepimizin içinde bulunduğumuz ortamlara göre rolleri vardır. Anneyiz, babayız, öğretmeniz, abiyiz, ablayız, arkadaşız, komşuyuz… Ama bu rolleri ne kadar sahici yaşıyoruz? Roller bir artistlik mi oluyor, yoksa kendimiz olarak mı çıkıyor yaşam sahnesine?
Çoğu kez kendimizi unutur, rollerimizin maskeleriyle çıkarız hayat sahnesine. Bazen gaza geliriz, avcı hikayelerindeki gibi atarız. Abartırız kendimizi. “Ne muhteşemmiş!” demelerinden haz alırız. Oysa kim her alanda süperdir ki? Kim her işi başarabilir? Herkesin yeteneği farklıdır. Hepimiz bazı konularda yetersiziz ve yardıma gerek duyarız. Yardıma gereksinim duyduğumuzu belirtmezsek kim bize yardım edebilir ki?
Bilmeyen yoktur Nasreddin Hoca bir gün kırda gezerken başıboş bir ata rast gelir. Bu hayvana binmek ister. Atı yakalar ve binmek için sıçramaya başlar. Fakat bir türlü bu işi beceremez. Tekrar uğraşır fakat kendini yerde bulur. Kendi kendine: “Hey gidi gençlik hey” diye söylenir. Etrafına bakar kimse yok, “bırak bunları Nasreddin, ben senin gençliğini de bilirim”, der.
Maskeleri yüzümüzden çıkarmalıyız. Ve yaşamın belli yasaları var. Bunları bilerek yaşamalıyız. Hocamızın kısa düşüncelerini uzatalım bakalım neler çıkacak.
Gerçekçilik Yasası… İlk gözümüze çarpan Hocamız gibi attan düşebiliriz! Lakin başarısızlıklarda mazeretlere sığınmamalıyız, mazeret üretmemeliyiz.
Gerçekçi olmalıyız, aynayla yüzleşmeliyiz. Yaşadıklarımızdan dersler almalıyız. Zira “mazeret kaybedenlerin tesellisidir”. O zaman yaşamın ilk kuralı gerçekçi olmaktır. “Gerçekçi olup imkansızı istemeliyiz.” Yani gerçekçi olursak, ama yalnız ve yalnız gerçekçi olursak, imkansızı başarabiliriz..
Kendisiyle Barışık Olma İlkesi… İnsanların başkalarının gözünden düşme korkusu ile rol yapması, gerçekçilikten kopması anlamını taşır. Sonuç el âlem için yaşarız. Kendimiz olamayız, başkaları bizi yönetir. Bu da insanın özüyle, yaratılış amacıyla bağdaşmaz, bilgisayar sisteminde olduğu gibi programlara yanlış kod girilmesi anlamı taşır. Nasıl program hata verir, çalışmaz. Bunun anlamı yalanlarla dolu, zevk alınmayan, kaybedilen bir hayattır. O zaman kendimizle barışacağız. Biz biz olacağız. Duygusal Dürüstlük İlkesi…
Bir başka çıkarabileceğimiz ders, yaşam yasası, insanın kendisine karşı dürüst olması fakat aynı dürüstlüğü çevresine karşı sergileyememesidir.
Dikkat etmemiz gereken nokta hayat yürüyüşünde insanları tanımalı ve ayırt etmeli sonra gerçek değerini, sevgimizi vermeliyiz. Zira tam tanımazsak diyor ya yazar “İnsanları tanımak için tüm gücünüzü verin, ama tüm sevginizi vermeyin. Çünkü onları tanımaya başladıkça verdiğiniz sevgiye acıyacaksınız.”
Kendini ve Haddini Bilme İlkesi… En iyi kendimizi tanıdığımızı sanırız, aslında en uzak kendimize değil miyizdir? Kendimize yabancıyızdır, kendimize düşmanızdır. ‘Olmak istediğimiz gibi değil, ama olduğumuz gibi’ çıkarız insanların karşısına… İçimizde noksanlığı gibi gözüken lütfu kabul etmekle biraz daha yaklaşmışızdır aslımıza ve çözülmesi zor olan hayat bilmecesinin önemli bir parçasına. Bu düşünceler ışığında fıkramızdan alacağımız başka bir ders unutmamalıyız ki O bir Hoca, at binicisi değil. Bunda başarısız olması ona ne kaybettirir, başındaki kavuğu alacak değiller. İddialı olduğu alanda başarısız olunca itibar kaybetmez ki. Demek ki uzman olmadığımız konularda büyük konuşmayacak, bilmediğimiz konuda ahkâm kesmeyeceğiz, sonra mahcup oluruz. En yakınımızı dahi kaybedebiliriz. Bilmediğimiz konularda ileri gitmeyeceğiz! O zaman kendimizi ve haddimizi bilmeliyiz. Akıllı Adam Nasreddin Hocamız… Mutluluğumuza ve geleceğimize dair ilk adımı Nasreddin Hocamızın öğretileriyle birlikte attık. Mutluluğun ve sevginin enerjisi yayılmaya başladı… Yine harikasın Nasreddin Hocam… Sende olmasan bu hayat çekilmez…
Kaynak: İmaj ve İletişim Uzmanı, Harun Emre KARADAĞ – ESKİ-yeni dergi, Temmuz 2013
İnsanın çevresini aldattığını sanırken bile kendisinin gerçekte düzeyini bildiğini, kendisi olması gerektiğini; insanın iki yüzüne ayna tutarak iki yüzü de karşılaştırma olanağı veriyor. Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol”, dersini Hoca bu fıkra yoluyla veriyor.
Hocamız da dünya atından düşerek son anımsatmasını yapıyor; hayata geliş amacımız bellidir.” Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise bir tek yerde kabul ediyor. Maskeli yaşamakta doğal haliyle yaşamamış olmakta.”
Yine müthiş Hocamız. Bir fıkrasına daha dünyaları sığdırmış. O zaman üzerimize düşeni yapalım: Maske takmayalım. Başkası olmayalım kendimiz olalım. Herkes doğal haliyle güzel… Nasreddin Hocamızın ikinci dersi: Hangi İnsan? Sonsuzluğun Güneşi Güzel Ahlak, Güzel Ahlakın İlk Basamağı: Doğru, Dürüst İnsan olmaktır: 1) Kendinle ve Çevrenle Dürüstlük: Akıl Bir Ağaç, Dürüstlük Meyvesidir: Hiçbir kimsenin karşı çıkmayacağı, destek vereceği fakat uygulamada günümüzde sıkıntılı olan, kaçtığımız, ağzımızda laf salatası yaptığımız değerler var. İşte bunlardan biri!
Hocaya bir gün “Kaç yaşındasın hoca?” demişler. “Kırk” demiş. Aradan yıllar geçmiş yine sormuşlar aynı soruyu hoca yine kırk demiş. Ama hoca, sen bundan on yıl öncede kırk demiştin, bu nasıl oluyor? Diyenlere de “Er kişi sözünden dönmez, söz bir Allah bir Yirmi yıl sonra da sorsanız gene söyleyeceğim budur” demiş.
Ne müthiş bir cevap: Tek bir cümle işi bitiriyor. Hocamızın yaşının hiç değişmeyecek olması bizlere” iki önemli hususu anlatıyor, ardımdan yolumuzu gösteriyor: biri yaşlanma sendromu diğeri her zaman özüyle sözüyle doğru insan olmak”
Hocamızın ilk husustaki düşüncesi şu: “Yaşlılık mı? Yarın Yaşanmadı ki, Birlikte Tadacağız! İnsanoğlu hep genç, güzel kalmak ister. Kimse yaşlanmak istemez! Öyle doğrudur ki insanoğlu yaşlanmaktan korkuyor, her geçen gün estetik ameliyatların sayısı artıyor, insanoğlu elindeki imkânlarla bir yerlerini genç tutmaya çalışıyor. Hocamızda bir ara bu gelgitlerle karşılaşmış. Ve sıkıntısını tüm bunları düşünerek, böyle çözümler bularak kendi içindeki güçlü iletişimiyle aşmış. Oysa hayat her mevsiminde güzeldir, her yaşın farklı, kendine has güzellikleri vardır. Önemli olan her yaşın güzellikleri doyasıya yaşamaktır. “Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer çıktıkça yorulursunuz, nefesiniz tıkanır, ancak çıktıkça zirveye görüş açınız genişler.” Böyle düşünmezsek hayatımız zulüm olarak geçer.
Hocamızın sözünden yola çıkarak diye biliriz ki insan yaşlanır. Yaşlılığı sorulunca, yaşını söylemekten kaçınması, gizleme arzusu değil, yaşama dört elle sarılmış olmasıdır.
Diye biliriz ki yarını yaşamadık ki. Dünün yaşlısıyız ama yarını biz de ilk kez yaşayacağız. Ve hissettiğimiz yaştayız. Diye biliriz ki yarın kadar genciz. Gelecek gençtir, tazedir.
İkinci olarak anlatmak istediği: her zaman özünle, sözünle, davranışlarınla doğru insan ol. Demek ki sözümüzde doğru olmalıyız: Sözlerimiz işlerimiz arasında tam anlamıyla bir uyum olmalıdır. Doğru sözlülüğün karşıtı yalancılıktır. Yalancılık ise kötü bir huy ve nifak belirtisidir.
Ayrıca duygusal olarak dürüst olunmalıdır. Ancak o zaman gerçek hislerinizi ifade edeceğizdir. Aksi halde 2-3 günde aşk oluruz, 1 ay da severiz! Bunun için, önce duygularımızın farkında olmamız gerekir. Eğer duygusal olarak dürüst olabilirsek, derinlerde yatan gerçek kimliğimizi anlamayı başarabiliriz. Bu kendimizi kabul edebilmemizde yardımcı olacaktır. Ayrıca zamanımızı nasıl ve kiminle harcamak istediğimiz konusunda daha iyi seçimler yapmamızı sağlayacaktır. Dürüst olmak yolunda cesaretlenmeliyiz, kendimize güvenmeliyiz.
Demek ki özümüzde doğru olmalıyız: Sözümüz gibi özümüzde de doğru olmalı, içimizi kötü duygu ve düşüncelerden arındırmalıyız. Daha açık bir ifade ile düşündüğümüz gibi konuşmalı, konuştuğumuz gibi olmalıyız. Sözümüz ile özümüz arasında ayrılık olmamalıdır. Böyle olduğu takdirde olgun insan oluruz.
Demek ki işimizde doğru olmalıyız: Sözümüz ve özümüz doğru olunca işimiz de doğru olacaktır. Bu başarımıza yansıyacak, hayatımıza renk katacak, mutlu yaşayacağızdır. İşimizde hile ve haksızlık yapmamalıyız. Kendi işimizi sağlam ve hilesiz yaptığımız gibi başkalarının da işini aynen kendi işi gibi yapmalıyız.
Bir başka öğrendiğimiz şey; Hocamızın öğretilerinde insanları eğitmek var. Olayın bütünü görerek dersler verir. Dürüst olmayanların vicdani gelişmemiş, şahsiyeti olgunlaşmamıştır. Bunun için gerekli eğitimi almamış, şahsiyet gelişimini tamamlamamıştır. Dürüst olmayan kişiler, hayatlarının gayesini, hedefini tespit edememiş veya yanlış tespit etmişlerdir. Böylelerinin hayatını yönlendiren menfaatleridir. Gülücükleri ve saygıları gösterişten ibarettir.
Hocamız altın değerinde ki bu fıkrasında; “yaşa takılmayalım, dosdoğru olmalıyız”. Hayatımızın temel taşı olmazsa olmazı dürüstlük olmalıdır. Bizi bu uğurda kocatsa, üzülsek bile. Çünkü dürüstlüğün sonucu hep aydınlıktır müjdeler vardır. Daha güzel bir yaşam bizlerle olacaktır. Dürüst olup ta sonuçta kaybeden, üzülen görmedim, kendimize ve karşımızdaki kimseye dürüst olmamız gerektiğini vurguluyor. Dürüst, doğru, hakikat peşinde koşan, gerçekçi kimseler olmayı öğütlüyor.
Akıl bir ağaç, dürüstlük ise meyvesidir. Sevdiğin müddetçe ve sevebildiğin kadar, Sevdiğine her şeyini verdiğim müddetçe ve verebildiğin kadar Gençsin.. Her zamanda bunun doğrulunu görebiliriz: M. Akif Ersoy, “Budur benim hayatta beğendiğim meslek, sözün odun gibi olsun doğrun tek.” Yunus Emre, “Doğru olsan ok gibi, elden atarlar seni, Eğri olsan yay gibi, elde tutarlar seni, Menzil alır doğru ok, elde kalır eğri yay”, Cümleler doğrudur sen doğru isen, Doğruluk bulunmaz sen eğri isen. Afrika sözü, “Yalan bir yıl koşar, doğru onu bir anda geçer.” Wendel Philips, Doğruluk sonsuzluğun güneşidir, nasıl olsa doğar. Hz. Ali, Eğri olanın gölgesi de eğridir.
Velhasıl, Hocamız her şeyin kıymetini bilir ve çevresiyle de paylaşırdı. “Güven kazanmak dürüstlükle mümkündür ve kazanması uzun zaman alır yok edilmesi bir saniyedir. Dürüstlük öğrenilebilecek bir yetenektir. İçinizde kendinize ait duygularınız olduğunu kabul etmekle, doğru ya da yanlış olarak yargılamamakla ve bu duyguları kelimeler ile başkalarına iletebileceğinizi fark etmekle başlar.
Hocamız asırlar ötesinden kısa öz konuşuyor; daha yarın yaşanmadı ki! Dürüstlük uğrunda, doğruluk yolunda olmaya çabalamak kutsaldır.
2) Kendinle ve Çevrenle Dürüstlük: Yalansız Bir Dünyada Her şey Daha Güzel Olacak Dünya bir deniz, insansa gemi; su alan gibi, içme dünyayı aldıkça batıyoruz, mahvoluyoruz; içine girmediğimiz sürece dünya hedefine gidiyoruz.
Çocukluktan beri de söylenir ya “sakın yalan söyleme ağzını acı biberle doldururum.” Ama birkaç dakika geçmez öğüt veren kendi yalan söyler. Çözüm acı doldurmakta mı kesinlikle hayır. Güzel sözle, tatlı dille derdimizi anlatmaktır. Karşımızdakine insan olduğunu anımsatmalıyız. Çocukken durum böyleyken yetişken nasıldır? Sık sık kullandığımız bazı yalanlara bakıp kendimizle yüzleşmeye ne dersiniz? işte bazıları: “Kalsaydınız bir şeyler yerdik… Vallaha sarıda geçtim memur bey… Kazanmak önemli değil mühim olan yarışmaya katılmaktı… Bu son sigaram… Sen bir de beni gençliğimde görecektin… Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için… İhraç fazlası bunlar… Kilolarımla barışığım ben böyle mutluyum! Formu doldurun biz sizi ararız. Bu sene üniversite soruları çok basitti, keşke sınava girseydim… Arkasından değil, burada olsa yüzüne de söylerim Gol atmayı sevmiyorum. Asist yapmak daha çok hoşuma gidiyor. Sayısaldan para çıksa, önce kimsesiz çocuklara sonra da yaşlılara bağışlarım… Haaa bi de okul yaptırırım… Failleri en kısa zamanda yakalanacak… Benim isçim, benim köylüm, benim memurum… Aaaa. Hoş geldin. Ben de şimdi sana geliyordum. Şimdi ben seni arayacaktım, sen benden önce davrandın. Kapatmam lazım, ocakta yemek var. Telefonu kapatmam lazım. Diğer hattan arıyorlar. Arayacaktım ama işler o kadar yoğun ki, kafamı bile kaldıramıyorum. Vallahi çok yakışmış… Telefon kapalı değildi… Demek ki çekmemiş. Hay Allah!!!” Birçoğumuzun yabancı olmadığı konuşlarımızdan kısa bir özet.
Hocamız bazen bir fıkrasında birden çok ders vermek isteye bilir, öğreti bakımından zenginlik vardır. Hocamız işte bu fıkralardan biri.
İnsanı batıran zararlı maddelerden başlıcası Hocamızın yorumunun ne olduğunun bilmeyeniniz yoktur herhalde. Nasreddin Hocanın canı bir gün yahni ister. Kasaba gidip iki kilo et alır, eve gönderir Hocanın karısı, yahniyi pişirirken komşuları çıkagelir. Misafire ikram edecek başka şeyi olmadığından yahniyi pişirip, komşularına ikram eder. Akşam olup da evine yorgun argın dönen Hoca, yahninin özlemiyle sofraya kurulur.
Biraz sonra karısı Hocanın önüne bir tabak bulgur aşı koyar Hoca kızar: “Hatun, hani bizim yahni? Karısı misafire ikram ettiğini söylemeye cesaret edemez.” “Hiç sorma efendi! Senin gönderdiğin eti kedi yedi”, der. Hoca sofradan kalkar Kediyi tartar Kedinin zayıflıktan bir deri bir kemik ve açlıktan bitkin halde olduğunu görür. Bir karısına bir kediye bakar “Hatun, gerçekten eti bu bizim kedi mi yedi? diye sorar Karısı ‘Evet Efendi! Bu utanmaz kedi yedi”, der Hoca, koşarak el terazisini getirir. Terazinin bir gözüne kediye, öbür gözüne kilogramları koyar Kedi tam iki kilo gelir Hoca karısına bakarak: “Bak hatun! Şu gördüğün bizim kedi tam iki kilo geldi. Aldığım et de iki kiloydu. Bu tarttığım kedi ise, et nerede? Yok, bu tarttığım et ise, kedi nerede?!” diye sorar
Hocamızın bu fıkrası yalan ve yalancılığın getirdiği noktaları, zararlarını anlatan müthiş bir öğretisidir. Biraz fıkranın içine girelim bakalım neler var.
Hocamız doğruya doğru, eğriye eğri demektedir. Misafire ikramı överken, bu davranışı açıkça söylemesini istemiştir. Ve karşı tarafa en sade şekilde anlatmak değil midir amacımız. İletişimde açık olmak önemlidir. Sorumuzu açık sorup cevabını açık seçik almak isteriz. Zira “bizim anlatmak isteğimiz karşımızdakinin anladığı kadardır” . Kimi insanlar saf görüne bilir. Fakat nükteleriyle aldatma ve yalanlara kanmadığını ispatlarlar. Hoşgörümüzü, affediciliğimizi ve sevecenliğimizi kaybetmeden, hiçbir zaman aptal yerine de kendimizi kondurmadan her şeyin farkında olduğumuzu esprili üslubumuzla gösterebiliriz. Bilmeliyiz ki karşımızda kim olursa olsun doğru söylemeliyiz. Gerçek er geç ortaya çıkacaktır. Bunun kanıtı atasözümüzde de mevcuttur “yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” Her zaman lafın gerçeğine, doğrusuna talip olmalıyız.. Yalan söyleyen kimse değerini düşürür. Ve yalandan hiçbir zaman hayır gelmez. “İnsan ömründe kıymetini hiç kaybetmeyecek daha da artacak değerlerden bir tanesidir yalandan uzak durmaz. Yalandan yalancılıkta yok oluş vardır, kaybediliş vardır.” Bir kimseyle aranızı açmak, kendinizden nefret ettirmek, günü kurtarmak, güvenirliliğinizi yitirmek istiyorsanız yapılacak tek bir şey vardır yalan söylemek. Yalan; niyette (özde), sözde, fiilde eylemde, tavırda, görüntüde bilinçli gerçek dışı beyan, ifade veya tavırdır. Özde yalanı olanın sözdeki doğruluğu onu kurtarmaz. Doğruya inanalım, doğruyu yaşayalım, doğruca sabredelim, doğrulara teşvik edelim, doğrudan yana olalım. “Bugün aldatan yarın aldanır” hayat gerçeğini unutmayalım. Her şeyin ana şartı doğru olmak ve doğru değerlendirme yapabilmekten geçmektedir. Victor Hugo da söylemiş ya “Şeytanın iki adı vardır. Biri şeytan öbürü yalan.”
Hocamızın bir başka anlatmak istediği konu başımıza gelen herhangi bir olayda hamle yapmak için biraz duralım. Hareket geçmek için bir adım geri çekilerek büyük resmi görelim, öyle adım atalım. Zira ön yargılı olmamalıyız. Burada olduğu gibi önce kediyi tartmalıyız! Araştırmalıyız, ölçmeliyiz, biçmeliyiz, karşımızdakini dinlemeliyiz ardından kararımızı vermeliyiz. Ve bunu da karşımızdakine söylerken bir daha yapmaması için caydırıcı bir ders niteliğinde, yumuşak bir üslupla belirtmeliyiz. Hocamız bunu yaparken öle bir edada yapıyor karşısında ki kibarlık karışsın da yaptığı kötü davranıştan utanıyor. Yalan söylemenin ne kadar kötü olduğunu yaşayarak öğreniyor. Nasrettin Hocamızın hedefi belli 7′ den -77’e Birlikte “yalansız bir dünya kurmaktır”
Önce yüreğimize sonra evimize, iş yerimize “Bu mekânda yalan söylenmez” levhası asmaya ne dersiniz? Zaten yalansız bir dünya kurup rengârenk sevgi çiçeği olup açmak değil midir hayata geliş amacımız.
Nasrettin Hocamızın bu vasiyetine ne derece sahip çıktık, çıkıyoruz, çıkacağız cevabı bizde saklı.
Nasreddin Hocamızın üçüncü dersi: Hayat Kütüphanesinin Paha Biçilmez Bilgileri: Tecrübe ve Empati Hayat” adlı bir oyunun oyuncularıyız. Sağımıza, solumuza, önümüze, arkamıza bir sürü rol konulmuştur. Rolümüz, yapmamız ve yapmamamız gerekenler, bellidir. Hayat adlı oyunda mutlu olmakta mutsuz olmakta, başarılı olmakta başarısız olmakta bizim ellerimizin arasındadır. Aslına bakılırsa çözümü belli olan bu denklemlerin çözümünün bir parçası olmak varken hayatta karşılaştığımız sorunların, problemlerin, umutsuzlukların… bir parçası olur çözümün imkânsızlığına inanırız. Sanki ilk kez bizim başımıza geliyordur. Aslında geçmişte hepsi yaşanmıştır! Hayat adlı oyunun kuralları, yaşanılacaklar, başımıza gelecekler ve yapmamız gerekenler, çözümleri bellidir hatta yanı başımızdadır çözümleri. Sadece görmek, fark etmek gerekiyordur.
O zaman diye biliriz ki hayatı farkında olduğunuz kadar yaşarız. işte Nasrettin Hocamızda bizden hayatın farkına varmamızı istiyor. Her fırsatta bizim farkında lığımızı artırıyor. Çünkü mutlu bir yaşam için farkında olmak gerekir. Ve insan yaşlanarak değil yaşayarak olgunlaşır. Yaşam bunun örnekleriyle doludur.
Hocamızın bu hususta söyleyecekleri var, kulak verelim ne diyecek.
Hocamız yaz günleri evinin damında yatmasını severmiş. Bir gece evinin damında yatarken gece yarısı kalkması icabetmiş. Uyku sersemliği ile bastığı yeri bilememiş ve dengesi kaybederek damdan aşağı düşmüş. Hoca’nın vücudu hurdahaş olmuş ve kemikleri birbirine geçmiş. Kazayı duyanlar geçmiş olsun demek için evine koşuşmuşlar Her ziyaret gelen: “Hoca Efendi, geçmiş olsun. Nasıl oldu da dikkatsizlik edip düştün? Şimdi nasılsın bakalım? ‘demişler Hoca bunlara sakin bir tavırla: “Siz damdan düştünüz mü hiç? Diye sormuş. Birçokları bu sorunun ne maksatla sorulduğunu anlamazlar ve Hoca’ya “Niçin sordunuz Hoca Efendi?’ demişler. Hoca da: “Eğer damdan düşmüş iseniz, halimi bilirsiniz. Anlatmaya lüzum yok. Eğer düşmemiş iseniz ne söylesem yalandır Anlayamazsınız. O halde anlatmaya hacet yok.” cevabını vermiş.
Hocamız bizim ciğerimizi biliyor! Harika bir dersler daha: Hocamızdan öğreniyoruz öğrenmenin bel kemiği yaşanmış tecrübelerdir. Bizlerin tecrübelere bakışı ve aldığı dersler hayata bakışımızı belirlemektedir. Zira “Yaşam, sürekli bir okuldur. Deneyimden daha güçlü bir öğretmen yoktur, ama öğrenme isteği bulunmadıkça öğrenilemez deneyimden.”(B. Shaw)
Aslında Hocamız damdan düşerek “başarının, mutluluğun ve kazanmanın sürecini” başlatıyor. Burada yaşamda karşılaştığımız sıkıntılara, hatalara, kusurlara ve başarısızlıklara dikkat çekmek istiyor. Ve başarısızlıklara, hatalara, kusursuzluklara önceden ulaşma ve bunlara nasıl bakılması gerektiğini vurguluyor, bunlardan bir şeyler öğrenmemizi istiyor.
Hocamız komşularına verdiği cevapta, “başıma böyle bir şey gelmiş, sorgulamak neden? kim düşmek, hata yapmak ister ki? Dikkat sizde damdan düşe” bilirsiniz! İşte önemli olan düştüğünüz yerden kalkmaktır.” Diyor. Kalkmak neyle mümkündür. Burada devreye tecrübeler, deneyimler giriyor. Örneğin, iş yaşamında tecrübeye verilen ad hatalarımızın, üzüntülerimizin, başarısızlıklarımızın toplamıdır.
Hocamızın anlatmak istediği bir başka ders hatalarımız karşısında bizi diri tutacak bir bakış açısına
ihtiyaç var bir de hatalarımızın, üzüntülerimizin, başarısızlıklarımızın kıymetini bilmemizdir. Çünkü “Kusursuz iki insan vardır. Biri ölmüş, diğeri de doğmamış insandır.” “Hiç hata yapmamış adam, yeni bir şey denememiştir, öğrenmemiştir.” (Einstein)
Demek ki kusurlar, hatalar ve başarısızlıklar insanlar içindir ve insan olduğumuzun kanıtıdır. Hata yapamasak makineden ne farkımız olur? Belki “Hayat yaşandıkça zorlaşır. Ama zorlaşmasa hayat “yaşam” olabilir mi?” “Keskin bıçak olmak için çok çekiç yemek gerekir.” “Hatalarımızın, üzüntülerimizin, başarısızlıklarımızın kıymetini bilelim.” Demek ki başımıza gelen olumsuz olaylardan aldığımız dersler hayat kütüphanesinin paha biçilmez bilgileridir. Satın almak istesek zaten alamazsınız hadi almaya kalktık servetimiz yetmez!… işte tüm bunlar hayata bakışımızı belirleyecektir.
Başka çıkaracağımız bir ders başkalarının kusurlarını ve hatalarını araştırmamalı ve kusurlarına bakmamalıyız. Önce kendi kusurlarına ve hatalarına bakıp, bulup düzeltme çabasında olmalıyız. Mükemmelliği giden yol hatalarımızla, kusurlarımızla, başarısızlıklarımızla barışmaktır.
Hocamız tecrübelere çok önem vermiştir. Yaşamın farkındadır. Bizlerinde farkına varmasını istemektedir. Unutmamak gerekir “Başkaların yaşadıklarını yaşayarak tecrübe edinmemeliyiz: Hani denir ya “Genç sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun ama ben gençliğin ne olduğunu biliyorum.”
Bundan sonra ne söylene bilir bilmiyorum. Damdan düşmeye gerek var mı? Belki dene bilir ki tecrübeleriniz neler? Bugün hayat okulundan ne öğrendiniz!
Nasrettin Hocadan ” Hayat” adlı Simülasyon Örneği ve Çözümü
“Hayatı bize yaşadıktan sonra öğretirler.” Diye düşünürüz. Biraz düşündüğümüzde göreceğiz ki bir şeyi göz den kaçırıyoruz. Bu da nasihattir. Nasihat deriz kulak arkası ederiz.
Nasihatler, deneyim, tecrübe ve yenilen zorlukların iyi şeylerin bütünü, yaşanılan her şeyi fark edebilme adına bizim yol pusulamızdır.
Yavaş yavaş önem kazanan “simülasyon(benzetim)” adlı bir kavram var. Üniversitelerde ders olarak ta okutuluyor. Simülasyona yaşayarak öğrenme de diyebiliriz. Zorlukları fırsatları alternatifleri, problemi rahatlıkla, maliyetsiz görüyorsunuz. Her şey “gerçek gibi yaşanıyor.” bu yöntemle sorunlarla önceden karşılaşıyorsunuz tespit ediyorsunuz ve önleminizi alıyorsunuz.
Simülasyon kavramının kanımızca sosyoloji ve psikoloji alanında ki adı “nasihattir.” Hayatı yaşarmış gibi yaşamaya devam etmek yerine hayatı gerçekten yaşayarak hayatımıza hayat katalım nasihatlerle. Böylece düşüneceğiz, sorgulayacağız ve hep kazanan biz olacağız.
Nasrettin Hocamız nasihatlere çok önem verirdi. Her fırsatta emin olduğu bilgileri paylaşırdı. Her baba gibi Nasrettin Hoca da kızının iyi yetişmesi için elinden gelen her şeyi yapmış. Hoca, kızına iğneye ip takmasına gelinceye kadar bütün bildiklerini öğretmenin sevincini yaşamaktaymış. Nihayet hocanın kızı gelin olmuş. Ata bindirilip baba evinden ayrılıp dünya evi, diye tavsif edilen yeni bir hayatın başlayacağı eve doğru bir hayli mesafe almış. Bu sırada Nasreddin Hoca, koşa koşa gelin olan kızının arkasından gelip çok önemli bir şey unutmuşçasına kızının kulağına gizlice şöyle demiş: “Kızım, aman dikkat et! Sakın ola iğneye ip taktıktan sonra düğüm atmayı ihmal etme. Sonra dikiş tutturamazsın.” Baba yüreğine bakın! Evladının az dahi üzülmesini istemiyor.
Anlıyoruz ki nasihatlerin önemi büyük. insanoğlu hayatın koşuşturmasından tatlı zevklerinden bazı önemli şeyleri unuta bilir. Ona hatırlatacak bir arkadaşı, bir dostu, bir ailesi sevdikleri, çevresi olmalıdır.
Demek ki “Hayatta en değerli hem de en değersiz olan şey nasihattir. Çünkü nasihat tutulursa en değerli fakat tutulmazsa en değersiz şeydir.”
Hocamız bir uyardı bulunuyor (Kızının unutacağı düşüncesiyle) insan unuta bilir, tekrar kibar bir dille anımsatıyor. Veya insan zaafı olan varlıktır. Elindeki olanaklara bakarak şanslı olduğunu göremez, elindekilerin kıymetini bilemez. Ta ki kaybedene kadar. Kaybedince elindekilerin değerini anlar.
Demek ki nasihatler bakış açımızı genişletir. Gelişim nasihatle başlar ve devam eder. insanın kendine gelebilmesi hayat oyununu fark edebilmesi nasihatlerle mümkündür. Mutluluk, güç, eğlence, sevgi, barış kısacası hayata dair her şey nasihatle mümkündür.
Empatik Misiniz?
Günümüzde insanlar birbirlerini anlamaktan yoksun. Herkes kendi düşüncesini dikta etmeye çalışıyor. Hep ben haklıyım diyor, karşındakini dinlemeden! Böyle olunca da sorunlar, sıkıntılar artıyor. Birbirimizi doğru anlamıyoruz, birbirimize tahammül etmiyoruz, saygı göstermiyoruz.
İşte Hocamızda bu konudan dertleymiş. Her ortamda tatlı dili, güler yüzü, mütevaziyle karşındakine anlamaya, doğru yolu göstermeye, düzeltmeye çalışırmış.
Yine bir yaz günü Hocayı iftara çağırmışlar. Ortaya önce buzlu bir hoşaf gelmiş. Ev sahibi çok muzipmiş. Eline büyük bir kepçe alıp, hoşafı içmeye başlamış. Bir yanda da:“ öldüm, öldüm.” Diyormuş. Hoca’nın elinde ise küçücük bir kaşık varmış. Hoşafı bu kaşıkla içmeye çalışıyormuş ama ne tadını alıyormuş ne de susuzluğunu giderebiliyormuş. Bakmış olmayacak ev sahibine şöyle demiş: “Efendi, şu senin kepçeyle bir de ben içsem de bir kerecik olsun bende ölsem.” Demiş.
Hocamız bakış açımızı genişletmeye devam ediyor. Bunu da bu fıkrasında karşısındaki kişinin yerine koyarak onun duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlama çabasını göstererek yapıyor.
Demek ki insanların birbirlerini anlamasının en önemli yollarından birisi “empati kurmaktır.” karşımızdaki kişinin duygularını daha iyi anlayabilir ve kişinin verdiği tepkileri de algılamamız kolaylaşır. Bir diğer anlamıyla empati yapmak insanlar arasındaki anlaşmazlıkları azaltır, insani ilişkileri geliştirir, daha sağlıklı ve demokratik bir ortam yaratır.
Hocamız bunu ustaca yapıyor. Önce Hocamız karşındakini izleyerek, yaptıklarını takip ederek kendini karşısındakinin yerine koyuyor, olaylara onun bakış açısıyla bakıyor. O kışının rolünde kısa bir süre kalıyor, daha sonra da bu rolden çıkarak kendi rolüne geçiyor. Sonra Hocamız bir kendi kaşığına bakıyor, bir de ev sahibinin kaşığına; yani karşımızdaki kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlayıp anlamadığını bakıyor. Karşındakinin ne düşündüğünü tam, doğru anlayıp anlamadığına bakıyor.
Ardından bir eleştirmeyi değil uzlaşma ve anlaşma sağlamak pozitif iletişim kurmak için uygun bir üslupla, hem güldürerek hem düşündürerek “Bizde ölelim” diyerek taşı gediğine koyuyor.
O halde kuşkusuz sağlıklı bir iletişim için içten ve dostça yaklaşım göstermeliyiz. Karşımızdaki insanı incitmeden ve kişiliğine saygısızlık etmeden ve hoşgörülü davranarak gösterebiliriz.
Hocamız gibi bizde karşınızdakini daha iyi anlayabilir, karşımızdakiyle daha iyi anlaşabiliriz
Bir başka çıkartacağımız ders, kişiyi tanıdıkça ve onun gibi duydukça olumsuzluklarını belirleyebilir ve oranda da yardımcı olabiliriz. Buradaki temel nokta, kendimizi duygu sömürüsü yapıyor durumuna düşürmeden, aşırılığa kaçmadan, onurunu incitmeden, gururunu kırmadan ve işin cılkını çıkarmadan kararlı ve teknik bir biçimde hedefe kilitlenmektir.
Velhasıl “Hocamızda ölmek istiyoruz!” Yani birbirimizi doğru anlarsak, algılarsak ve hayatımıza pozitif yansıtırsak dünya daha güzel bir yer olacaktır. Hocamız bunu öğütlüyor…
Nasreddin Hocamızın dördüncü dersi: Kazanmak Üzerine Dersler. Hani Hoca göle gitmiş balık tutmaya. Herkes balık avlıyor. Oltasına bir balık takılacak diye bir heyecan, bir heyecan… Ya avcıların oltasına bir de balık takılırsa, sen o zaman keyfe bak! Hoca da oltasını salladığı kenardan başlamış yanında getirdiği yoğurtla göle yoğurt çalmaya… Etrafındaki hemşehrileri ilkin şaşırmışlar Fakat sonra almış bir kahkaha. “Hoca” demiş Akşehirlinin birisi: “Göle yoğurt mu çalıyorsun? Göl maya tutmaz ki?” Hoca, bıyık altından gülerek bir bakış atmış hemşerisine: “Ya tutarsa!..” demiş.
Hani, hepimiz günlük yaşamımızda ‘ya tutarsa’ diye bir şeyler yapmıyor muyuz? ‘Ya doğruysa!’ diye kafadan attığımız cevaplar az mı? ‘Ya geçersem’ diye az mı arabanın gazına basmışızdır? ‘Ya beğenirse’ diye giyindiğimiz giysiler olmadı mı? ‘Ya yetişirsem!’ diye otobüs için koşturmadık mı? ‘Ya çıkarsa’ diye alınan biletler az mı? ‘Ya kazanırsam’ diye yarışmalara girmiyor muyuz? Demek ki yaşamımız ‘ya tutarsa’ çabaları ile doludur. Tuttuğu zaman kazanacağımız şey için risk alıyoruz. Yani umduğumuz kazanç için bir bedeli göze alıyoruz; yanlış cevabı, yanlış adımı, boşa koşmayı, yahut harcanan yoğurdu!
Demek ki kazanmak için risk almak lazımdır. Demek ki kazanmak istiyorsak bedelini ödemeye razı olmak gereklidir. Demek ki kesin bir kazanç yoktur hayatta; ihtimaller üzerine kuruludur hayat.
Fakat gel gör ki Hoca gibi ‘olmayacak duaya amin demek’ ne kadar doğru! insanlara gülünç gelecek kadar komik, olmayacak bir şey! Göle yoğurt çalacaksın ve tutacak!.. Nafile bir çaba, boşa giden emek! İsraf edilen yoğurt… Bir de bunu yaşıyla başıyla hoca Nasrettin gibi bir kadı, yani aklıyla insanların sorunlarına çözüm üreten birisi yapabiliyor! Nasıl olur? Gel de gülme.
Demek oluyor ki umut uğrunda mantıksız adımlarla hayaller suya düşürülmemelidir. Eşeği yardan uçuran bir tutam otmuş! Kazanacağım diye eldekini de boşa harcamamak lazımmış. Göl yoğurt tutacak diye elindeki yoğurttan da olmamak lazımmış.
Kazanmak sadece akıllı adımlar atmakla olurmuş demek ki, imkansıza talip olmakla değil! Bunlar ne kadar güzel derslerdir, insanın kazanma hırsının nelere mal olabileceğini öğreten, eğiten, ‘kazanmak’ üzerine derslerle dolu bir fıkra. Fakat Hoca’ya da haksızlık ediyor olmayalım? Gelin şu fıkraya başka bir açıdan bakalım:
Hocamız göle niçin gitmişti? Balık tutmaya. Herkes ne yapıyordu? Balık tutuyordu. O kadar balıkçının oltası arasında Nasrettin Hoca’nın oltasına balıklar nasıl gelebilirdi? Hoca bu balıkları nasıl kendi oltasına çekebilirdi?
Bilenler bilir; güneşli havalarda balıklar yüzeyinde gölgelik olan yerlerde toplanırlar. Yaprakların altında mesela. Yoğurt da yağlı olunca durgun göl suyunun yüzeyinde toplanır. Bir tabaka oluşturur. Ve balıklar buraya doğru akın ederler. Hoca da oltasını çeker de çeker. Gelsin balıklaarr!
Hoca amacına ulaşmıştır. Yani göl maya tutmuş, yoğurt tutmuştur. Balıkları tutmuştur Hoca. Rakipleri gülerken o sepeti doldurmuştur bile.
Bir ders daha veriyor Hocamız kazanmak üzerine; Fark yarat ve rakiplerini geç. Senin farkın yoksa diğerleri arasında niçin balıklar senin oltana gelsin?
İnsanları farklı fikirlerle şaşırt. Şaşkınlıkları geçtiğinde sen amacına ulaşmış, onlar da senden yeni bir şeyler öğrenmiş olacaklar.
Ha, bir şey daha öğretiyor Hoca Nasrettin; onlar göle yoğurt çalışına güledursunlar, sen göle yoğurt çalmaya devam et; “son gülen iyi güler”! Balıklar kimin sepetindeyse sonunda o gülecektir!
Kazanmanın bir yolunu daha öğretiyor. Sağına ve soluna değil, kazanmak istiyorsan hedefine bak. Gülüşmelere, alaylara, küçümsemelere aldırış etme; moral ve motivasyonunu bozma. Kazanmak için sen işine bak. Sonuca odaklan. Kazanacak olan sensin!
Nasrettin Hocamız sadece bir fıkrada kazanmak üzerine onlarca dersi birden verebiliyorsa, biz de onun bu muhteşem ve hikmetli mesajları önünde eğilmeliyiz. Onun derslerini yutmalıyız.
Ne dersiniz, aklıma geldi; oltaya gelen balıklar da bizler olmayalım?!.. Hem de sazan kalıyoruz Hoca’nın fıkralarının derinliği karşısında. Bundan sonra kolayca gülmeyiz Hoca’ya sanırım!…
Nasreddin Hocamızın beşinci dersi: Nasrettin Hoca’nın Kadına ve Mutlu Bir Evliliğe Bakışı
Nasrettin Hocaya sormuşlar: Hocam kıyamet ne zaman kopacak? Hangisi? Büyük kıyamet mi, küçük kıyamet mi? Hocam kıyametin küçüğü büyüğü olur mu? Olur!.. Karım ölürse küçük kıyamet, ben ölürsem büyük kıyamet kopar!. Demiş.
Geleneksel anlayışta (erkek egemen bir kültürde) kadına değer verilmez. “Eksik etek, kadının karnında sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” gibi hoş olmayan söz, davranış ve düşüncelerde kadına olan olumsuz bakış açışını görürüz. İşte o zamanlarda da böylesi bir anlayış varmış. Hocamız dikkati bu noktaya çekmek istemiş ve öğütte bulunmuştur: Hocamızın dikkat çekmek istediği nokta kıyamet evrenin sonudur. Aile hayatınındı sonu kadının ölmesidir. Ailenin kadının ölmesiyle düzeni bozulur. Zira yuvayı dişi kuş yapar. Kadın sevgidir, saygıdır, aştır, eştir, hayatın diğer yarısıdır. “Erkek hükümettir; yönetir, korur, sahip çıkar, kadın millettir; hükümeti ayakta tutar. Yani erkek baştır kadın boyundur, başı nereye isterse orya çevirir” Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın, her başarılı kadının arkasında bir erkek vardır. Hocamız burada ailenin içinde kadının önemini ve kadına değer verilmesi gerektiğini, hem kadın için hem de erkek için birbirilerin hayattaki en kıymetlisi olmaları gerektiğini nasihatini vermek istiyor.
İlk nasihatinden öğreniyoruz ki hayat boyu sürecek mutlu ve sağlam bir evliliğin sırrı: “eşine (karına, kocana) değer vermektir, kıymet bilmektir, önem vermektir “.
Evliliklerde en çok yaşanan sıkıntıların başında eşlerin birbirlerine karşı asık suratlı ve somurtkan bir tavır sergilemeleri gelir. Asık bir surat, baskılanmış öfke ve sıkıntıların su yüzüne çıkmasına yardımcı olur. Gergin bir kişi çevresine sürekli negatif enerji yayar ve evinizin ortamını soğuk bir alana çevirir. Hâlbuki güler yüz ve tebessüm, muhabbetin kaynağıdır. Eşler arasındaki sevginin ve muhabbetin artması anlamına gelir.
Eşler akşam olduğunda daha kapıda birbirini tebessümle karşılamalı ki “kişi” kendini rahat hissetmelidir. Ve bu ortamda öğle huzurla soluklanmalı ki, vaktini dışarıda arkadaşlarıyla geçirmek için can atmak yerine, eşi ve çocuklarına adamalıdır.
Özellikle bir ailede eşler arasındaki ilişkilerin sağlıklı olmasında, tatlı dil ve güler yüzün oldukça önemli bir yeri vardır. Eğer eşler birbirine karşı tatlı dili ve güler yüzü eksik etmez iseler, onların bu güzel davranışları, çocuklarına da yansır ve ailede daha sıcak ve huzurlu bir ortamın oluşmasına sebep olur. Zamanımızda yaşanan aile huzursuzluklarına bir göz attığımızda, insana hiçbir zahmeti olmayan, güler yüzün ve tatlı dilin önemi daha da anlaşılmaktadır.
Bu konuda Hocamızda dertlidir: Nasreddin Hoca, yine bir aksam yorgun argın evine döner Kapıyı çalar. Karısı, yüzünden düşen bin parça olarak kapıyı açar Hoca: “Ne oldu hatun? Yine bir derdin mi var? Seni de bir türlü güldüremedim” diye sorar. Karısı: “Komsumuz filanca kadın öldü. Cenaze evindeydim. Nasıl gülebilirim ki” der Hoca dayanamaz ve karısına: “Aman hatun, dediğine bak! Ben senin düğün evinden gelişini de bilirim.”der
Hocamız yine önemli bir hususu bizlerle paylaşıyor. Erkek tebessümle eve girmeli eşi de onu tebessümle karşılamalıdır. Tebessümün aslında anlamı ” seni çok özledim, seni merak ettim, sana içten yaklaşıyorum” demektir. Karşısındaki insana sevgi ve saygı göstermeyen kimse, o kişiden sevgi ve saygı beklemeye hakkı yoktur. Birine göndermiş olduğumuz bir tebessüm, bize yine tebessüm olarak geri döneceğini asla unutmamız gerekir. Güler yüz ve tatlı dil, olumsuzlukları giderir ve çevremize pozitif bir enerjinin yayılmasına vesile olur. Güler yüzlü ve tatlı dilli olan insanlar, çevresine adeta ışık ve güzellik saçar. Güneşin o sıcağı, nasıl ki sert buzları bile yumuşatıp erittiği gibi, güler yüz ve tatlı dil de, sert kalpleri ve gönülleri yumuşatır ve eritir.
Mutlu bir toplumun meydana gelebilmesi için, karşımızdaki bir insanın, bize nasıl davranılmasını istiyor isek, bizde ona öyle davranmamız gerekir.
Hocamızdan yine öğreniyoruz ki hayat boyu sürecek mutlu ve sağlam bir başka evliliğin sırrı: ” tatlı dil ve güler yüzdür”
Evlilik kurumu en değerli ve en önemli kurumlardan biridir. Milletin, devletin ve gelecek nesillerin temeli burada atılır. Kişinin ailede mutlu olması hayatta mutlu olması anlamına gelir. Son yıllarda mutsuz bir toplum haline geldik. Burada ailenin önemli bir unsur olduğunu görüyoruz. Son 10 yılda boşanma %80’in üzerine çıktı. Her dakika bir boşanma gerçekleşmekte, çiftler daha çok kavga eder oldu, karşılıklı rıza ile boşanmaların sayısı ise daha da azaldı. Peki “evliliklerin yıkılmasının nedeni nedir? Ekonomik sıkıntılar mı? Konuşamamak mı? Parasızlık mı? Kıskançlık mı? Sadakatsizlik mi? ilgisizlik mi? Eğitimsizlik mi? Kişilik çatışması mı? Bunların çoğu birer belirtidir. Gerçek sebep sevgi, saygı ve güven bağlarını zayıflatan şeydir. Evliliğin bir arada tutan ve sağlam bir evliliğin harcı sevgi, saygı, hoşgörü, anlayış, dürüstlük, açık sözlü ve net olmak ve güvenden oluşur.
Dürüstlük ve güven o kadar çok önemlidir ki Nasrettin Hocamız gibi kediyi bile tarttırır ve ileride küçük gibi görünen büyük sorunların temeli böyle oluşur:
Nasreddin Hocanın canı bir gün yahni ister. Kasaba gidip iki kilo et alır, eve gönderir. Hocanın karısı, yahniyi pişirirken komşuları çıkagelir. Misafire ikram edecek başka şeyi olmadığından yahniyi pişirip, komşularına ikram eder Akşam olup da evine yorgun argın dönen Hoca, yahninin özlemiyle sofraya kurulur. Biraz sonra karısı Hocanın önüne bir tabak bulgur aşı koyar Hoca kızar:” Hatun, hani bizim yahni? Karısı misafire ikram ettiğini söylemeye cesaret edemez.Hiç sorma efendi! Senin gönderdiğin eti kedi yedi, der Hoca sofradan kalkar. Kediyi tartar. Kedinin zayıflıktan bir deri bir kemik ve açlıktan bitkin halde olduğunu görür. Bir karısına bir kediye bakar Hatun, gerçekten eti bu bizim kedi mi yedi? diye sorar Karısı: Evet Efendi! Bu utanmaz kedi yedi, der. Hoca, koşarak el terazisini getirir Terazinin bir gözüne kediye, öbür gözüne kilogramları koyar. kedi tam iki kilo gelir Hoca karısına bakarak: Bak hatun! Şu gördüğün bizim kedi tam iki kilo geldi. Aldığım et de iki kiloydu. Bu tarttığım kedi ise, et nerede? yok bu tarttığım et ise, kedi nerede?! diye sorar.
Eşinize güvenir mısınız? Evlilikle ilgili en esaslı sorulardan biridir bu. Aslında sağlam bir evliliğin sırrı da bu sorunun cevabında gizlidir. Eşinize karşı ne kadar açıksınız, ne kadar güvenirsiniz? Ne kadar küçük, pembe yalanlar olsa da yalan söylemek önce kendinize olan saygınızı bitirmenize neden olur. Yalan öğrenildiği anda ne boyutta olursa olsun, yalan olarak algılanır ve güveni yok ederek ilişkiyi zedeler. Zira güven duygusu kolay kazanılmaz. Güvenin kaybedilmesi çok kolaydır. Bu nedenle güven duymak, başkalarının güvenini kazanmak ve bu güven duygusunu korumak gerçekten emek ve zaman harcanmasını gerektiren bir süreçtir.
Hocamız bu fıkrasında sağlıklı ve kalıcı bir evlilik için güveni ve sağlam bir ‘irade gücü’nün evliliğin temel şartlarından biri sayıyor, irade dediğimiz duygu, insan hayatındaki evreleri kontrol altında tutan bir ‘güç’tür. Evlilik için de irade gücünün, ‘nerede’ ve ‘nasıl’ kullanılacağı iyi bilinmeli. ‘İradesi kuvvetli olanlar; zor şartlarda bile olsalar, mutluluğa ulaşabilirler’ Bunun Nasrettin Hocamıza göre her ne şartlarda olursa olsun, iradesine sahip olan ve “eşine güven duymaktan, dürüst olmaktan, gerçekleri söylemekten, açık sözlü ve net olmaktan, ve anlayışlı ve hoşgörülü olmaktan” geçer.
Hocamızdan öğreniyoruz ki hayat boyu sürecek mutlu ve sağlam bir başka evliliğin sırrı: ‘Ben’ yerine ‘biz’ olmaya giden “sevgi ve değerler insanı olmaktır ve hayatımızda bu değerleri yaşamak, yaşatmaktır.”
Velhasıl, evlilik bir paylaşımdır. Erkeğin de kadınında paylaşıma ortak olduğu bir müessesidir. Şöyle ki bir mutlulukta ki payı ortaya koyduğumuz özveri belirlenir. Karşımızdaki için biz çabamız oranında değerliyizdir, o oranda mutlu oluruz Eşler birbirlerine karşı maddî- manevî varlıklarını vermekle bir şey kaybetmezler, aksine çok şey kazanırlar. Denir ya “Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” hakkâkten doğrudur. Şimdi birbirimize sarılma vakti! Yüreğini yüreğinize ekleme vakti. ” Eşim değil, karım ol, karımsın!” Deme vakti… Eşlik etmek yeter mi? Fazlasını beklemez mi insan yârinden? Evlenecek erkeğe eskilerin neden “koca” der. Çünkü “koca” bilge demektir, yüce demektir. Koca demek, dağ demektir. Ve ne kadar yüce olursa olsun, üstünde kar olmayan dağ eksiktir. Dağların yücesine kar yağar diye kadına da “kocanın karı” demişler. Bakmayın şimdi evlenenlerin “karı- koca” ilan edildiğine. “Koca ve onun karı” olmalıdır aslında. Yani yüce bir dağ olmalı adam. Kar gibi pak ve masum olmalı kadın. Örtmeli ve bir ömür, süsü olmalı dağın. Çünkü üşür tepesinde kar olmayan dağ, ne kadar yüce olursa olsun, yarım görünür.
Hayatının kitabı mutluluksa ” Eşim olma, karım ol! Bana benzemeye çalışma sakın. Bana benden lazım değil bir tane daha. Ama unutma ki sensiz yarımım. Her zaman söylemem, ama sen anla. Eşim olma, karım ol! Beni tamamla.” diye biliyorsak eşiniz canınızın canıdır.
Akıllı Adam Nasreddin Hocamız. Mutluluğumuza ve geleceğimize dair ilk adımı Nasreddin Hocamızın öğretileriyle birlikte attık. Mutluluğun ve sevginin enerjisi yayılmaya başladı. Yine harikasın Nasreddin Hocam. Sende olmasan bu hayat çekilmez.
***
Kaynakça: İmaj ve İletişim Uzmanı, Harun Emre KARADAĞ – ESKİ-yeni dergi, Temmuz 2013
Chapman, Gary. Beş Sevgi Dili. Çev. Betül Çelik. İstanbul: Sistem Yay., 1996
Freedman, J.L.; Sears, D.O.; Carlsmith, J.M. Sosyal Psikoloji. Çev. Ali Dönmez. Ankara: İmge Yay., 3. bs. 1993 Heıtler, Susan. İkinin Gücü. Çev. Gülder Tümer. Ankara: HYB Yay., 1998
İslâmoğlu, Mustafa. Tavsiyeler-II. İstanbul: Denge Yay., 1999
Köknel, Özcan. İnsanı Anlamak. İstanbul: Altın Kitaplar Yay., 6. bs., 1997
Rob Parsons. Altmış Dakikalığına Evliliğiniz. Ankara: HYB Yay., 1997
Saygılı, Sefa. Evlilikte Mutluluk Sanatı. İstanbul: Türdav Yay., 1999
Ziglar, Zig. Hayat Boyu Flört. İstanbul: Beyaz Yay., 1999
Prof. Dr. Nevzat Tarhan çeşitli röportajlar
Yorum Yaz