Mohini
Biçer, Sivrihisar 1951…
İstasyonla arasını yakın bilse de, yorulmuşlardı. Yol sapağında durdu. Tahta bavulu toprak yolun üstüne koydu. Eşinin kucağından bebeği aldı. Yüzünü kundaktaki bebeğe yaklaştırdı, kokusunu içine çekti. Heyecandan içi içine sığmıyordu. Kadın, hemen eşarbını çekiştirip, çenesinin altındaki düğümü sıkılaştırdı. Kısa soluklanmadan sonra bebeği yeniden kadına uzattı, bavulu aldı; ağır ağır yürümeye başladılar.
Hayatın kapısına vardıklarında, tahta bavulu yine toprak üstüne bıraktı. Her biri sarma iriliğinde parmaklara sahip kocaman elleri ile subay pardösüsünü ve şapkasını düzeltti. Başını çevirerek, gözlerinde endişe okunan, genç kadına sevgi ile baktı.
Yerine tam oturmayan, eskiyen yerlerine yama tahtalar çivilenmiş ahşap kapının sağ kanadının orta yerindeki ipi çekti; kapının arkasında ki demir Kilit’in dili, boşala kaldı. İttirdi, gıcırdayarak açıldı. Bir iki adım attılar ki, kapının çıngırak sesine, odunluktan çıkan, Zale Ana, hayatın kapısına doğru döner dönmez, çığlık attı.
– amanın askerim gelmiş… İhsanım gelmiş, kuzzum gelmiişşş…
Kapıda boylu boslu, subay kıyafeti ile asteğmen İhsan Biçerli… Hemen iki adım ardında mantosu üzerinde, başörtüsü başında, kucağında üç aylık bebesi ile Halide gelin….
İhsan eline şapkasını aldı ve kendine doğru koşan Zale Ananın elini öpmeye eğildi. Zale Ana avuçlarına sıkıştırdığı, askerinin başını tutuyor durmaksızın; bir sol yanağını öpüyor, bir sağ yanağını… Durdu.
– A gızım … güzel gelinim… dur hele ver bakam şu aslan yavrusunu…
Bebeği kaptığı gibi kokladı, kundak tülbentini aralayıp öptü…İhsana uzattı.
– Tut hele şunu, bi gızıma sarılayım…Gül yanaklım…Halidemmm… hoş gelmişin…Gızıııım, bidenem…
Evde tam bir bayram havası… Evin oğlu, Mustafa da geldi tarladan… Herkes sarmaş dolaş… Eve çıkıldı, yoldan gelen misafirlere hemence, akşam yemeğine yer sofrası kuruldu. İhsan sever diye yemek ardına ‘höşmelim’ döküldü…
– Kadın halam… görev kuram, Ankara ya çıktı. İki gün izin alıp Sivrihisar’a geldim. Lakin hafta sonu izinlerimiz sadece bir gün. Çocukta var…Özlerim… Sivrihisar’a Ankara’dan araba bul, saatini denk getir, seen anaycaan gidip gelmek zor olacak. Düşündüm tren Biçer’e her gün var. Saatleride uygun. Bir gece kalır , ertesi aşama Ankara ya dönerim. Müsade buyurursan, ben askerde iken, Halide’m ve Kamil’im size emanet kalsınlar. Eğer ağamda ‘he’ derse…
– Get hele İhsanım neden seen… o nasıl laf…başımın üstünde yerleri vaaar…gözün arkada galmasın. Hem senide hep göreceem…Okurken hep özledim, aslanım seni… Öksüzüm benim…seen baaa anandan, babandan gardaşımdan emanetsin kuzuum.
Evin Beyi, Refik Ağada da, ayrı yeri vardır, İhsanın… Okuduğu için; üstelik hukuk fakültesi mezunu olması, eniştesinin yanında itibarını daha da artırmaktadır. Misafirlerin haberini alan Ağa, doğrudan eve gelir. Başşehir’den, Ankara’dan havadisler alacaktır. Bir de, Marshall yardımı neyin nesidir; okumuştan, İhsan’dan dinleyecektir.
O cuma gecesi, İhsan Biçerli, eniştesi Refik ağadan, ertesi gün trenle eşini ve henüz on beşinde olan kuzeni Suna’yı Ankara ya götürmek için izin alır. Amacı hem Ankara’yı göstermek, hem de unutamayacakları bir sürpriz yapmak…
Sabah ezanı ile birlikte yolcular Biçer İstasyonuna yürürler. Mustafa, bir elinde yolu az aydınlatsın diye ‘şındık ışık’, bir elinde Zale Ana’nın hazır ettiği yolluk bohçası ile onları yolcu etmeye yanlarındadır… Bebek, komutan İhsan’ın kucağında; Halide ve Suna ele ele; yanlarında hırlayıp gelen Mustafa’nın iki akbaş köpekleri… Biçer önemli istasyondur o zamanlar… Kara trenler, Eskişehir’den sonra diğer köylerden daha uzun durur, burada… Sivrihisar’dan ve çevre köylerden yolcular bu istasyondan iner, binerler. Biçer yolcularına trenin en son vagonuna numarasız bilet kesilirdi. İhsan’ın subay olması işe yaradı; kompartımanda tahta koltuklarda bulunan iki kişilik boş yere kızları oturtmuştu ki; yanda oturan ergen ‘Komutanım sende böyle otur’ diyerek kendi yerini verdi. Üçünün de yol boyunca ortak paylaşımları, bebek Kamil’di.
Ankara garından doğruca Ulus’ta bir otele gittiler.
– Siz odada istirahat edin. Bir yere çıkmayın. Saat 8’e geliyor. Ben göreve varır; öğleye dönerim.
Öğleye kadar olan cumartesi mesaisine giden İhsanı’ı iki kız kardeş odada beklediler. İkisi de ilk kez bir otelde idiler. Üstlerinde ki mantolarını hiç kırışıksız bembeyaz örtülü yatağın köşesine hani dokunmasın der gibi bıraktılar. Pencerenin yanında ki, küçük oval masanın iki Klismos model ahşap sandalyelerini ucuna iliştiler. Halide kucağında ki bebeği yatağa bırakmadan kollarında tutuyor; yorulunca bir süreliğine, yanında oturan Suna’ya uzatıyordu. Tanımadıkları bir eve misafir gitmiş gibiydiler.
Taaa ki, öğlen saati, açık nefti yeşil boyalı odanın kapısı çaldı. Birbirlerinin yüzlerine baktılar. Suna cesaretle kapıya vardı, araladı. Kapıda bembeyaz çeketli, siyah jilet gibi ütülü pantolonlu, düzgün ve temiz traşlı iki garson; kollarında üstü tabaklarla dolu tepsilerle duruyordu.
– Komutanım gönderdi. Siz o gelinceye yemeklerinizi yiyecekmişsiniz.
Suna ne yapacağını bilemedi… Ama iki tepsiyi taşıyamayacağını anlayarak, kapıyı sonuna kadar açtı. Adamlar odaya girip masanın üzerine dizmeye başladılar. Masanın üstüne garsonların ceketlerinden daha beyaz bir örtü serildi. Üstteki biraz daha çukur, içi içe iki tabak kondu. Pırıl pırıl parlayan çatal, kaşık, bıçaklar yerleştirildi. Diğer garsonun elindeki tepside duran küçük bakır tas, sahan ve lenger masaya bırakıldı. Örtüye sarılı bir küçük somun ekmekte masada yerini aldı. Garsonlar kapıdan geri geri çıkarlarken; her iki kızda şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
– Halide aba, bunlar bizim adet gibi geri geri gittiler. Ağam iyi korkutmuş buncağızları, sıkı komutan ne de olsa…
Hafif dantel model işlemeli ince porselen tabakların ve gümüş çatal kaşıkların üzerinde 1950 ler Ankara’sının en meşhur lokantası Turan’ın damgası vardı…
Onlar yemeklerini yeni bitirmişlerdi ki, Asteğmen İhsan geldi. Günlerdir planladığı, içini içine sığdırmayan süprizini paylaşmak üzere; atar topar misafirlerini alıp, doğruca Gazi Orman Çiftliğine götürdü…
O yıl Türkiye çok önemli bir olayı yaşamıştır… Asteğmen İhsan Biçerli de Misafirlerini Mohini ile tanıştıracaktır…
Çok değil, bu heyecanlı ziyaretten tahminen sekiz yıl kadar önce Ağustos 1943’te Japonlar, savaş sırasında bombalanmaktan zarar görebilecek; Tokyo Hayvanat Bahçesindeki hayvanların başıboş kalmalarından endişe ettiler. Zehirliyerek, öldürdükleri hayvanların arasında Japon çocukların çok sevdiği John, Hanoko ve Tonky adlı üç fil de vardı. II. Dünya Savaşı ve atom bombalarının acılarından çocukların etkilenmesini hafifletmek isteyen Japonlar, Hindistan Başbakanı Pandit Nehru’dan bir fil göndermelerini istemişlerdir. Hindistan’ın üçüncü başbakanı olacak kızı Indira Gandhi’nin ismini verdiği bir dişi yavru fili, “Indira” hediye olarak, Nehru’nun çocuklara hitaben bir mektubu ile birlikte 1949 yılında Tokyo ya gönderilmiştir.
Mektup, Doğan Kardeş çocuk mecmuasında da yayınlanır. Beklenmeyen olur, Doğan Kardeş’e Türkiye’nin her yerinden çocuklar, fil isteriz, yazılı mektuplar gönderirler. Doğan Kardeş’te 9 Şubat 1950 tarihli baskısında, Hindistan başbakanına hitaben bir mektup yayınlar:
Sevgili Pandit Nehru Amca;
Dünya çocuklarına gönderdiğin mektubu Doğan Kardeş’te okuduk. Verdiğin güzel öğütleri kulağımıza küpe yaptık. Birçok işlerin arasında bizleri düşünmeye vakit ayırmandan anlıyoruz ki, sen çocukları çok seviyorsun. Biz Türk çocukları ömrümüzde daha canlı bir fil görmedik. Onun için biz de senden bir fil yavrusu istesek, acaba büyük bir ayıp işlemiş olur muyuz? Türk çocukları büyük dostlarının elini saygı ile öperler.’
Hindistan Başbakanı Nehru’nun Türk çocuklarının ricasını memnuniyetle kabul ettiğini rahmetli Başbakan Adnan Menderes’e mektupla bildirir. 25 Aralık 1950 de, İstanbul Dolmabahçe Rıhtımı’na yanaşan gemiden beş yaşında, bir ton ağırlığında fil indirilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk fili Mohini’yi görmek için akın eden ilkokul öğrencileri: “Mohini, safa geldin, “Mohini seni şekersiz bırakmayacağız, Nehru Amca’ya teşekkürler, Fil kardeş; senin kara boncuk gibi gözlerinden öper, hoş geldin deriz” yazılı levhalar taşımışlar. Hindistan Büyükelçisi, İstanbul Valisi Profesör Dr. Fahrettin Kerim Gökay katılımlı törenin ardından Mohini çocuk ordusunun arasında yokuştan çıkarak Taksim’e götürülmüştür. Gazeteler ilk sayfalarına o günü şöyle aktarmışlardır; ‘İstiklal Marşı söylenirken, Şeker Fil Mohini de “Hazır ol”da durdu. Alkışlar ve gözyaşları arasında hortumuyla ““Hint çocuklarından Türk çocuklarına Mohini eli ile sevgiler” yazılı çelengi anıta koydu.’
Doğan Kardeş, 11 Ocak 1951’deki sayısını tamamen Mohini’ye ayırmıştır. Doğan Kardeş’e gönderilen beş yüz soyadından Sevin Nart’ın önerdiği “Birtanem” Mohini’nin soyadı olarak seçilmiştir. Sadece Ankara’da Hayvanat Bahçesi olduğu için Mohini, 28 Aralık 1950 akşamı özel bir vagon ile Ankara’ya gönderilmiştir.
Mohini’nin Ankara Hayvanat Bahçesi’ne geldiği gün Pakistan Büyükelçilik Basın Ateşesi bir açıklama yaparak, Pakistan Hükümeti’nin de Türk çocuklarına “Azadi” (Hürriyet) isimli bir dişi yavru fil hediye ettiğini açıklar. “Azadi”, 12 Ocak 1951 günü İstanbul Dolmabahçe Rıhtımı’na gelmiş, daha sonra yine “Mohini” gibi özel bir vagon ile Ankara’ya Gazi Orman Çiftliği’ne nakledilmiştir.
Avukat İhsan Biçerli’de, çok sıkıntılı geçmiş savaş yıllarından sonra tüm ülkeye mutluluk veren iki fili eşine ve kuzenine göstermenin heyecanını yaşamaktadır. Fotoğraf o günün anısına Ankara Ulus’ta otelin yanında bulunan fotoğraf stüdyosunda çekilmiştir. Henüz cumhuriyet ilan edileli otuz bir yıl olmuş ve Türkiye bir kurtuluş savaşı, iki dünya savaşını geride bırakmıştır. İç Anadolu’nun orta yerinde bulunan o zamanlar beş on hane var yok bir köyünde; Eskişehir’in Biçer köyünde yetişen cumhuriyetin ilk genç neslinin fotoğrafıdır…
Hayatlarında ilk kez fil görmüşlerdir. Kalabalıktan çok zaman kaybedilmiş, çiftlikte ki diğer hayvanların önemli bir kısmını görecek zamanları olmamıştır Ama çok mutludurlar. Trene yetişmek için öğleden sonra saat üç buçuk, dört gibi, apar topar hayvanat bahçesinden ayrılırlar. Rabbim Halide Biçerli anneye, İhsan Biçerli Dayıya ve Kamil Biçerli ağabeyime rahmet eylesin, mekanları cennet olsun… Sağlıkla kalın. İlham İnan Dündar
Not: Basında o dönem Mohini’nin çok yemek yediği dedikoduları çıkar. Bir günlük istihkakının dökümünü yapılır ve günlük masrafının 10 TL olduğu tespit edilir. Şeker Fil Mohini Birtanem, 1996 yılında 51 yaşında ölmüştür. Mohini”nin Hacettepe’de muhafaza edilen kemikleri, 2008’de Erzincan Kemaliye’de kurulan Prof. Dr. Ali Demirsoy-Doğa Tarihi Müzesi’ne gönderilmiş, parçalar birleştirilerek, sergilenmeye başlanmıştır.
***
Eskişehir Sivrihisar Haberleri
Yorum Yaz