Herkesin Yunus’u Kendine Göre
Yunus Emre, halkın asırlar boyunca hiç unutmadığı, menkıbeleri dilden dile, nesilden nesile aktarılan, belki de daha yaşarken efsaneleşmiş bir şairdi. Bestekârlar, ilahi, naat, mersiye, kaside, durak, tevşih gibi dinî formlarda eser bestelemek istedikleri zaman önce tekkelerin vazgeçilmez söz hazinesi olan Yunus Divanına bakar ve mutlaka istedikleri güzellikte bir şiir bulurlardı.
Dede Efendi, Zekâi Dede, Kazasker Mustafa İzzet gibi büyükler de dâhil olmak üzere, çok sayıda bestekâr onun deyişlerini çeşitli formlarda bestelediler. Fakat Yunus, divan şairleri ve tezkire yazarları tarafından pek önemsenmezdi, çünkü çok farklı bir şiir dili ve duyuş tarzı vardı.
Yunus’un şiirlerinin tekkelerde öncelikle tercih edilmesinin sebebi, Türkçesindeki saflık, söyleyişindeki içtenlik ve düşünüşündeki derinlikti; halk onun divanında kendi ruhunun yansımalarını bulurdu. Cemaleddin S. Revnakoğlu’nun anlattığına göre, Anadolu’da âdeta mukaddes sözler olarak görülen Yunus ilahileri muska gibi mumlu bezlere sarılıp saklanır, daima yukarıda tutulur, kutsal gecelerde ve çeşitli dinî toplantılarda Kur’an-ı Kerim ve Mevlitten sonra mutlaka Yunus ilahileri okunurdu.
Yunus’un Türk dili, düşüncesi ve edebiyat tarihi bakımından taşıdığı önemi ilk fark eden Darülfünun Türk Edebiyatı Tarihi Müderrisi Köprülüzâde Fuad Bey [Fuat Köprülü] oldu. 1913 yılında Türk Yurdu mecmuasında yayımlanan iki makalesiyle aydınları bu büyük şairden haberdar eden Köprülüzâde, aynı yıl, Bilgi mecmuasında çıkan “Hoca Ahmed Yesevî, Çağatay ve Osmanlı Edebiyatları”3 başlıklı makalesinde de, Batı Türkleri arasında yaygın olan tasavvufî edebiyatın Şark Türklerinden, özellikle Ahmed Yesevî’den geldiğini ileri sürmüş, sonraki araştırmaları bu tezi doğrulayınca Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserini yazmıştı. 1918 yılında yayımlanan ve iki ana bölümden meydana gelen bu âbidevî eserin birinci bölümünde Ahmed Yesevî, ikinci bölümünde Yunus Emre ele alınıyordu.
Türkiye dışındaki Türkoloji ve şarkiyat çevrelerinde geniş yankılar uyandıran İlk Mutasavvıflar, Türk edebiyatı tarihi araştırmalarına yepyeni ufuklar açan öncü bir eser oluşunun yanı sıra, XIII. yüzyıl Anadolu’sunun din ve kültür tarihi açısından da son derece önemli bir çalışmaydı. Köprülüzâde, bu eserinde, millî zevki en yetkin bir biçimde temsil eden Yunus’un, eldeki belgelere göre ümmî kabul edilmesi gerektiğini, ancak bu ümmîliğin kara cahillik anlamına gelmediğini, Risaletun-Nushiyye gibi uzun bir mesneviyi asıl manasında ümmî bir şairin yazamayacağını belirttikten sonra, onu medrese tahsili görmüş bir şair olarak değerlendirmenin de yanlış olduğunu söylüyordu.
Yunus, Köprülüzâde’ye göre asla sanat ve sanatkârlık endişesi taşımayan, sırf kendi ruhunu, ruhî heyecanlarını ve ilhamlarını terennüm etmiş “ateşin” bir mutasavvıftı. Bütün sofilerde olduğu gibi, onu da bu yolda teşvik eden tek dış etken, halkı irşad etmek, insanlara faydalı olmak düşüncesiydi. Ancak sanat ve sanatkârlık endişesi taşımaması, onun büyük bir sanatkâr olmasına engel değildi; aksine çağının anlayışı doğrultusunda bir sanat endişesine kapılmış olsaydı, klasik edebiyatın sıkı kaideleri içinde tasannudan kurtulamayacak, dolayısıyla ruhunu kelimelere bu kadar samimiyetle dökemeyecekti. Yunus’un güçlü şahsiyetinin ve büyük sanatkârlığının kaynağı samimiyetiydi. Dilini, edâsını, veznini ve şeklini veren millî unsur onda tasavvufla kusursuz bir biçimde kaynaşmış ve ortaya bütünüyle millî bir sentez çıkmıştı; başka bir deyişle, Yunus zevk bakımından katıksız bir Türk’tü.
Köprülüzâde’nin, Yunus’un Türklük tarafını özellikle vurgulaması sebepsiz değildi. Büyük bir hızla dağılan imparatorluğun enkazı altında tutunacak bir dal arayan Türkçü aydınlar, Yunus’u temiz Türkçesi, samimiyeti ve o gösterişsiz söyleyişin ardına ustaca gizlediği derin düşüncesiyle Türklüğün saf bir temsilcisi olarak görmüşlerdi. Nitekim İlk Mutasavvıflar yayımlandıktan sonra, aydınlarda Yunus’a karşı büyük bir ilgi uyandığı gibi, ülkenin çeşitli bölgelerinde bu büyük şairi sahiplenme yolunda zorlu bir yarış başlamıştı.
Bu arada, Yunus’tan derin bir biçimde etkilenen bir şair vardı: Necip Fazıl. “Beni de piştiğin eza kabında Kaynata kaynata buhara kalbet!” diye seslendiği Yunus, genç şairin gözüne çorak şiir ikliminde bir vaha gibi görünmüş ve ruhunun derinliklerine ayna tutmuştu. Aynı nesilden Burhan Toprak’ın Yunus’la yaşadığı macera da Necip Fazıl’ınkine benzer. Alp Dağlarındaki bir sanatoryumda tedavi gördüğü sırada Pascal’ı okurken, bir gün bu büyük filozofun bazı önemli fikirlerine, lise son sınıfta edebiyat hocasının aylarca okuttuğu Yunus’un şiirlerinde rastladığını hatırlayan Burhan Toprak, hemen İstanbul’a yazarak bir Yunus Emre Divanı istediğini, on beş gün sonra postadan çıkan divanın sayfaları arasından kendisine o güne kadar hiç kimsenin seslenmediği kadar içten seslenen Yunus’u bir daha yanından ayırmadığını anlatır.
Köprülüzâdenin eseriyle birlikte Türk aydınlarının ilgi odağı haline gelen Yunus Divanının o tarihlerde -aradan yıllar geçtiği halde- henüz doğru dürüst bir neşrinin bulunmadığını hatırlamakta fayda vardır. Onun hakkında övücü yazılar okuyup da şiirlerini merak edenler, 1933 yılına kadar, taşbaskısı derme çatma Yunus divanlarıyla yetinmek zorundaydılar. Bu divanlar, Yunus adıyla ve Yunus vadisinde yazan birçok şairin şiirleri de karıştığı için güvenilemeyecek neşirlerdi. Yunus hayranlarının imdadına Burhan Toprak yetişti.
Alp Dağlarındaki sanatoryumda yatarken Yunus Divanını didik didik eden Toprak, kendine göre bazı kıstaslar belirleyerek Yunus’a ait olmadığına karar verdiği şiirleri ayıklamış, mümkün olduğunca güvenilir bir Yunus Divanı ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Yaptığı çalışma 1933 yılında Ahmet Halit Kitabevi tarafından üç cilt halinde yayımlandı. Bu üç ciltte üç yüz elli şiir vardı, fakat daha sonra bunların da bir kısmı ayıklandı. Peyami Safa, Hafta mecmuasında çıkan bir yazısında, Yunus’u Sahaflar Çarşısının harabesinden kurtardığı için Burhan Toprak’ı kutluyor, “Devirler ve çarşılar yıkılır, fakat Yunus gibi büyük şairler devirlerin ve çarşıların, geçmiş zamanların ve harab olmuş mekânların daima üstünde kalırlar” diyordu.7
Burhan Toprak, Yunus Emre Divanı’na yazdığı ve Köprülüzâde’yle kıyasıya hesaplaştığı “Başlangıç” yazısında, saz şairlerini bayağı bulduğunu, “Made in Persia” sezgisi veren “hain, yalancı, riyakâr” divan şairlerinden de iğrendiğini söylüyordu. Yunus Divanında ise “ruhun büyüklüğü, varlığın geçiciliği, kendi talihimizi yaratamamak felâketi, varlığımızın kadın ve erkek taraflarının -aklımızla hassasiyetimizin- mücadelesi, insanlığın bütün sefalet ve yüksekliği, ızdırap tesellisi […] zevk fırtınaları, korkuları, ümitleri, pişmanlıkları, isyanları, şüpheleri, teselli ve imanları ile bütün bir insan hayatı vardı.”8
Yunus Divanının aynasında âdeta kendini seyreden Burhan Toprak, bu cümlelerinde Müslüman bir sûfiden çok, bunalımlı bir entelektüel portresi çiziyordu. “Ben o divanda yalnız kendi coşkunluğumun yankısını görüyordum. O, benden bana gelen bir ses gibiydi, bu yüzden onu çok sevdim” derken anlatmaya çalıştığı bu idi. Yakın dostu Necip Fazıl da Yunus’ta kendi “kriz entelektüel”ini bulmuştu. Açıkçası, Köprülüzâde ve onun gibi düşünenlerin Yunusu ile, eserlerini Cumhuriyet’in ilk yıllarında veren bunalımlı entelektüellerin Yunus’u birbirinden çok farklıydı; onlar ayaklarının altındaki zemin kayarken Yunus’a tutunmaya çalışıyorlardı.
Burhan Toprak’ın Köprülüzâde’ye birçok itirazı vardı. Özellikle ihtiyatla da olsa, Yunus’u ümmî bir şair olarak görmesine ve göstermesine içerlemişti; şairinin çok okumuş bir adam olduğunu ve Arapça bildiğini ispat etmeye çalışıyordu. Onun halkı irşad etmeye çalıştığı iddiası da Burhan Toprak’a göre doğru değildi; koca şair kendi evinde yangın varken başka yangını söndürmeye niçin gitsin di? O başkalarını irşad etmekle değil, kendi kafasındaki kaostan kurtulmak için çabalıyordu. Yunus’ta sanat kaygısı bulunmadığı iddiasına gelince; aksini ispat edecek yüzlerce mısra gösterebilirdi.9
Yunus Divanı’nın “bizim Divina Commedia’mız” olduğunu söyleyen Burhan Toprak’ın “kriz entelektüel” yaşayan Yunus portresinde hümanist çizgiler de vardı. Türk Beşleri’nden Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosunu bestelemeye o yıllarda karar vermesinde bu portrenin etkili olduğu düşünülebilir. Yunus’la aynı yıllarda ilgilenmeye başlayan Abdülbaki Gölpınarlı’nın 1936 yılında yayımlanan Yunus Emre nin Hayatı adlı kitabındaki Bektaşî-Batınî Yunus da bir hayli hümanist görünür. O da, Burhan Toprak gibi, divan şiirine acımasızca saldıracak ve Yunusu Karacaoğlan gibi saz şairleriyle birlikte alternatif olarak gösterecekti.10 Ömrünün sonuna kadar peşini bırakmadığı büyük şaire, dünya görüşündeki değişmelere göre farklı gömlekler biçen Gölpınarlı’nın 1960’lardaki Yunusu laik, hümanist, hatta biraz sosyalist, 1970’lerdeki Yunus’u ise Mevlevî idi. Yunus’ta tasavvufun soyutlayıcı bir felsefe olmaktan çıkıp insanı ve tabiatı soyutluktan kurtaran bir sistem olarak kullanıldığını düşünen Gölpınarlı, soyut Tanrı sevgisinden yola çıkan Yunus’un somut insan sevgisine ulaştığını söylüyordu. İnsan sevgisi onda bazen bir sevgiliye aşk, bazen halkın tarafını tutmaktı. Yani Yunus’ta sevgi, ilâhî aşktan halktan yana oluşa kadar, çok çeşitli şekillerde tezahür ediyordu.11 Sonraki yıllarda bazı aydınlarca “halkçı ve devrimci Yunus’a” övgüler dizilecek, hatta onun “kitapsız, tapınmasız, törensiz, kıblesiz bir inancın adamı” olduğu iddia edilecekti.12
1940’larda Yunus’a gösterilen ilgi ile devletin uygulamaya çalıştığı hümanist kültür politikası arasındaki ilişki, üzerinde ayrıca durulmaya değer özellikler taşımaktadır.
Yeni Türk kimliğinin inşasında kullanılacak önemli bir figür olarak öne çıkarılan Yunus, Osmanlı kültürünün yok sayılmasının yarattığı büyük boşluğu dolduracaktı. Bu konuda elbette Halkevleri’ne büyük görevler düşüyordu. Yunus’un asıl mezarının hangisi olduğunu tespit etmek amacıyla yapılan çalışmalar da o yıllarda hız kazandı. Öteden beri Yunus’la ilgilenen Vakıflar Umum Müdürlüğü Teftiş Heyeti Reisi Halim Baki Kunter, 1943 yılında Halkevleri’ni idare etmek üzere görevinden ayrılmış ve bu teşkilâtın müzik çalışmalarını yöneten Adnan Saygun’la tanışmıştı. Saygun, tesadüf bu ya, 1932 yılında başladığı, fakat çeşitli sebeplerle tamamlayamadığı Yunus Emre Oratoryosuna o günlerde dönmüş, harıl harıl çalışıyordu.
Yunus artık gündemin ilk sıralarını işgal eden önemli meselelerden biriydi ve Burhan Toprak’ın 1933, Abdülbaki Gölpınarlı’nın da 1943 yılında yayımladıkları divanlar yetersiz görülüyordu. Mükemmel bir Yunus Divanı hazırlayabilmek için Türkiye çapında çok ciddi bir tarama çalışması yapılmalıydı. Bunun için Maarif Vekâleti’ne başvuran Halim Baki Kunter, bütün valiliklere Hasan-Ali Yücel’in imzasıyla bir tamim gönderilmesini sağladı. Radyoda da okunan bu tamimde, resmî ve özel kütüphanelerdeki divanlarda ve cönklerde Yunus’a ait olduğu belirtilen bütün şiirlerin derlenerek yetkili mercilere teslim edilmesi isteniyordu.13
Hasan Ali Yücel’in tamiminden nasıl bir sonuç alındığı bilinmiyor. Ancak Adnan Saygun’un hummalı çalışması sonuç vermiş ve “sanatların eşsiz koruyucusu Türkiye Cumhurbaşkanı İnönü’nün yüce varlığına armağan” edilen Yunus Emre Oratoryosu, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin büyük salonunda, 21 Mayıs 1946 tarihinde, Reisicumhur başta olmak üzere bütün devlet erkânı ve kordiplomatiğin yer aldığı seçkin bir dinleyici kitlesi huzurunda seslendirilmişti. Hasan Ali Yücel, dört gün sonra da halka açık bir programla ikinci defa seslendirilen oratoryo için hazırlanan tanıtma kitapçığına yazdığı takdim yazısında, Yunus’un Türk ruhunu dile getirmede, yedi asır boyunca, nefesi her sesin üstünde kalmış bir gönül eri olduğunu söylüyordu; ona göre Yunus Emre, “dimağlarda medrese istibdadının fermanferma olduğu devirlerde hürriyetin, hürriyetin tanrılaştırılıp kargaşalık doğurduğu zamanlarda iç inzibatının sığındığı sakin, huzurlu bir ruh köşesi”ydi.14 Bu temsil münasebetiyle, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden getirtilen yazma Yunus divanlarıyla Yunus’tan bahseden kitap ve vesikaların orijinallerinden oluşan bir de sergi açıldı.
Yunus hayranlığının bazı aydınlarda Avrupa ve Amerika’da faaliyet gösteren Ömer Hayyam kulüplerini örnek alarak Yunus Emre cemiyetleri açma hevesi uyandırdığını da, bu meseleye Kadınlar Tekkesi adlı romanında ironik bir üslûpla değinen Refik Halit Karay’dan öğreniyoruz:
“Kadehini doldurup hemen yuvarlayan Süha baktı ki bir edebiyatçı ve sanatçı grubunun içine düşmüş, etrafını çevirenler siyah ipek elbiselerinin büsbütün ince gösterdiği ve esmerliklerini cilaladığı taze hanımlar ve birkaç genç erkek… bunlar bir Yunus Emre Kulübü veya derneği kurmak niyetinde imişler. Hepsi de şairin hayranı! Küçük hanımlardan biri -İngiliz şivesine kaçan hoş bir telâffuzla- diyor ki:
– Bütün dünyada Ömer Hayyam kulüpleri var; neden memleketimizde bir tek Yunus Emre cemiyeti bulunmasın?
– Bulunmalıdır. Madem ki tekkeler resmen kapalıdır ve kulüplerin açılmasına müsaade vardır, yeni icaplara uyup an’anemize devam etmeliyiz, modern tekkeler kurmalıyız. Yunus’u bilerek, zevkine vararak seven bir gençler topluluğunun içinde bulunmaktan iftihar ederim. Lokali nerede olacak bu kulübün? Beyoğlunda, yan sokakların birinde mi?
– Evet…
– İşte korktuğum bu idi!15
Yunus’a karşı kamuoyunda uyanan ilgi, sahiplenme yarışını da hızlandırmış, bu yarışta, vali Daniş Yurdakul’un gayretiyle öne geçen Eskişehir’in Sarıköy’ünde bir Yunus Emre Anıtı yapılmasına karar verilmişti. Yunus’a ait olduğu iddia edilen türbe demir yoluna çok yakın olduğu için yeniden yapılması planlanan mezarın biraz geriye alınması gerekiyordu. Güzel Sanatlar Akademisi Süsleme Sanatları Şubesi Şefi Kenan Temizkan tarafından hazırlanan ve Yüksek Mimar Asım Mutlu tarafından çizilen projede, anıt, Türk tarzında bir çeşme olarak tasarlanmıştı. Yunus’un kabri bu çeşmenin arkasında daha yüksek bir yerde bulunacak, etrafına dikilen servilerle uhrevî bir atmosfer yaratılacaktı. Mezarın yüksek tutulmasının bir sebebi vardı: Çeşmeye su almak için gelen halkı “daimi surette hürmet vaziyetinde bulundurmak.”16
Sarıköy’de anıtın inşası devam ederken Yunus’un mezarı Halim Baki Kunter, Ahmet Adnan Saygun, Kemal Güngör,
Raci Temizer ve Hasan Bıçakçı’dan oluşan bir ekip tarafından 28 Haziran 1947 Cumartesi günü öğleden önce açılmış, bir eli başının altında, bir eli kalbinin üzerinde, bozulmamış halde yatan bir iskelete ulaşılmıştı. Ekipteki uzmanlar tarafından yapılan antropolojik inceleme, bu iskeletin altı yüz yıl kadar önce, seksen yaşlarında ölmüş Türkmen soyundan birine ait olduğunu gösteriyordu.17 Ne var ki bu incelemenin ne kadar uzmanca yapıldığı hep tartışılacak, Yunus’un Karamanlı olduğunu ve Karaman’da yattığını savunanlar tarafından, yıllar sonra, Adnan Saygun ve Kemal Güngör’ün şahitliklerine başvurularak açılan mezardan aslında on beş iskelet çıktığı, bu yüzden büyük bir hayal kırıklığı yaşayan ekip üyeleri arasında ciddi tartışmalar cereyan ettiği ve “halkın duygularını incitmemek” için hazırlanan olumlu raporu Halim Baki Kunter’den başka kimsenin imzalamadığı iddia edilecekti.18 Başka bir iddia da, Konya Evkaf Arşivi’ndeki eski vakıflar defterinde Yunus’un Karamanlılığını açık bir şekilde gösteren kayıtların yer aldığı sayfaların çalındığı yolundaydı.19
Yunus’a tuhaf bir tutkuyla bağlı olan Halim Baki Kunter, Sarıköy’deki mezar açılırken kısa notlar da tutmuştu. Bu notlar, onun Yunus adı etrafında yeni bir mitoloji yaratma gayretini gösteren çarpıcı bir belge niteliği taşımaktadır:
“Saat 13.00’te gayet açık olan havada birdenbire değişiklik görüldü. Mihalıççık istikametindeki dağlarda bulutlar peyda oldu. Yakındaki dağlara düşen doludan birbirlerine çarpan kemiklerin çıkardığı seslere benzer sesler duyulmağa başladı. Bu senfoni bir müddet devam etti. Hepimiz bir ürperti içinde bunu dinledik. İskelet tamamen toprak üzerine çıkmış, yanları da açılmış olduğu bir sırada üzerimize doğru bir bulut geldi ve gülsuyu serper gibi hafif bir yağışla kemikleri yıkadı. Bizi fazla ıslatmadan, tertemiz yıkanmış olan kemikleri de çamur etmeden kesildi.”20
Yunus’a ait olduğu iddia edilen kemikler, toprağıyla birlikte, yeni yerine 6 Mayıs 1949 Cuma günü nakledildi. Tören, Halim Baki Kunter’e göre izdihama yol açılmaması için, başka bir görüşe göre de yönetimin bilinen korkuları yüzünden radyo ve basın yoluyla duyurulmamıştı. Sadece Eskişehir’de çıkan gazetelerin söz ettiği nakil töreninin sessiz sedasız geçiştirilmesi arzu ediliyordu. Bu tedbire rağmen tören günü Sarıköy’de toplanan mahşerî kalabalık herkesi hayrete düşürdü. Sandıklı’dan, Bolvadin’den, Bolu’dan, Konya’dan, hatta daha da uzak yerlerden binlerce insan, yedi yüz yıldır gönüllerinde yaşattıkları şairi yeni mezarına nakledilirken yalnız bırakmamıştı. Endişe ne kadar yersizdi! Vakur halk, kendisinden korkanları utandırmış, şairine karşı görevini hiçbir taşkınlığa ve düzensizliğe meydan vermeden yapmıştı. Halim Baki Kunter, bu beklenmedik ilgiden duyduğu heyecanı, “O gün herkes bir ölünün mezarı başında değil, bir ölümsüzün huzurunda olduğunu hissetti” diye ifade ediyor.21
Bu olay açıkça gösteriyordu ki, kaç tane mezarı bulunursa bulunsun, Yunus ölmemişti ve sadece Anadolu insanının değil, Türkçe konuşan bütün halkların gönlünde yaşıyordu; mezarlar ve makamlar birer sembolden ibaretti. Ölümsüzlüğü gönüllerde yakalayan Yunus ne diyordu:
Ko ölüm endişesin âşık ölmez bâkîdir.
Yunus Emre anıtı, Bektaşî rivayetleri esas alınarak Sarıköy’e yapılmıştı yapılmasına; fakat ne mezarın yeri, ne de Yunus’un kimliği konusundaki tartışma bitti! Büyük şairin kalın sis perdesi ardındaki hayatı ve şiirlerinin her türlü yoruma elverişli derinliği, adı ve eseri üzerinde ideolojik kavga vermeyi kolaylaştırıyor. Bu kavga sahici ilim adamlarının ciddi uyarılarına rağmen devam edip gitmektedir.22 Hâlâ herkesin Yunus’un kendine göre!
Bana sorarsanız, bunda şaşılacak bir taraf yok. Her nesil ve her aydın Yunus’u yeniden keşfedip yorumlayacaktır. Herkesin Yunus’ta seveceği şiirler ve düşünceler bulması, onun büyüklüğünün bir delili olarak kabul edilmelidir.
***
Eskişehir Valiliği ESKİyeni Kültür dergisi, Beşir AYVAZOĞLU – Yazar
1. Cemaleddin Server Revnakoğlu, “Yunus’un Bestelenmiş İlâhileri Nerede ve Nasıl Okunurdu?”, Türk Yurdu Yunus Emre Özel Sayısı, C. V, nr. 319, Ocak 1966
2. “Yunus Emre”, Türk Yurdu, C. IV, nr. 3, 1329; “Yunus Emre ve Âsârı”, Türk Yurdu, C.5, nr. 2 1329 (1913)
3. Bilgi Mecmuası, nr. 6, 1329
4. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 2. bs., Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınladı, Ankara 1966, s. 284
5. Köprülü, age, s. 285
6. Necip Fazıl, daha sonra Toprak soyadını alacak olan yakın arkadaşı Burhan Ümit’in Yunus’u bu şiirden tanıyıp sevdiğini ve idealleştirdiğini söyler. Bk. Babıâlı, 2. bs., İstanbul 1976, s. 28
7. Peyami Safa, “Yunus Emre ve Genç Dostu”, Hafta, 16 Ocak 1934
8. Burhan Toprak, Yunus Emre, 6. bs., İnkılap ve Aka, İstanbul 1982, s. 17
9. Toprak, age, s. 22 vd.
10. Abdülbaki Gölpınarlı, Divan Edebiyatı Beyanındadır, İstanbul 1945, s. 137
11. Gölpınarlı’nın Yunus’la ilgili yorumları için bk. Yunus Emre ve Tasavvuf, Remzi Kitabevi, İstanbul 1961
12. Sabahattin Eyüboğlu, Yunus Emre, Cem Yayınevi, İstanbul 1976, s. 26
13. Halim Baki Kunter, Yunus Emre. Bilgiler-Belgeler, Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği Yayınları, Ankara 1966, s. 8 vd.
14. Ahmet Adnan Saygun, Yunus Emre (Solo, Koro ve Orkestra İçin) Orato¬ryo 3 Bölüm Op.26, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1946, s. 9
15. Refik Halit Karay, Kadınlar Tekkesi, 2.bs., İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1964, s. 223 vd.
16. Kunter, age, s. 17 vd.
17. Bu kazı, çıkan iskelet üzerinde yapılan antropolojik inceleme ve hazırlanan rapor hakkında bk. Kunter, age, s. 20 vd.
18. Cahit Öztelli, Belgelerle Yunus Emre, Karaman Turizm ve Tanıtma Derneği Yayınları, Ankara 1977, s. 67
19. Öztelli, age, s. 45
20. Kunter, age, s. 21
22. Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın Yunus’la ilgili ideolojik yorumlar hakkındaki eleştirileri mutlaka okunmalıdır: “Türkiye’de Yunus Emre Araştırmaları Üzerinde Genel bir Değerlendirme ve Yunus Emre Problemi”, Türk Vakıf Medeniyeti Çerçevesinde Yunus Emre Semineri, Vakıflar Genel Müdürlüğü, 4-5 Aralık 1991, s. 29-33; “Türkiye’de Kültürel-İdeolojik Eğilimler ve Bir Xni-XIV. Yüzyıl Türk Halk Sufisi Olarak Yunus Emre’nin Kimliği”, Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu Bildirileri (Ankara 7-10 Ekim 1991), Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1995, s. 79-88. Yunus hakkındaki son araştırmaların sonuçlarını da kapsayan önemli bir çalışma da Dr. Mustafa Tatçı tarafından yapılmıştır: Yunus Emre Divanı I, İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990; Yunus Emre Divanı II, Tenkitli Metin, Ankara 1990
Yorum Yaz