Halk Düşünürü Nasreddin Hoca
Türk Mizahının Büyük Nüktecisi ve Halk Filozofu
Türk dünyasının en önemli ortak kültürel unsurlarından biri Nasreddin Hocadır. Tek silahı dili olan Nasreddin Hoca, kıvrak zekası ve hazır – cevaplılığı ile Türk boyları arasında, evrensel değerlere sahip en büyük ortak payda olma özelliğini korumaktadır.
Nasreddin Hoca, özellikle Türk dünyası sözlü kültür geleneğinde mizahın temsilcisi olarak tanınmaktadır. Doğu ve Batı kültürlerinde de tanınan ve sevilen Nasrettin Hoca, bütün insanlığın ortak değerleri arasında yerini alarak dünya mizahının önde gelen tiplerinden biri olmuştur. Fıkraları ise, zaman ve mekan sınırlarını aşarak büyük bir canlılıkla hala yaşatılmaktadır. -K- Yrd. Doç. Dr. Rabia UÇKUN – ESKİyeni dergi, Eylül 2012
Nasreddin Hoca bizlere hayatla ilgili sırları, ipuçları armağan etmektedir. Farklı düşünmenin ve farklı bakabilmenin mutluluğunu ve hazzını tattırır bizlere sevgili hocamız. Ya tutarsa, diyerek hep umut ve özgüven aşılar bizlere. Nasrettin Hoca öğretilerinde insanları eğitmek var. Olayın bütünü görerek dersler verir. -K1-
Her kültürün büyük sözlü kaynakları, bu kaynakları harekete geçiren büyük simge kahramanları vardır. Yaşayışları ve hikâyeleri ağızdan ağıza, yöreden yöreye, dilden dile dolaşırken çoğalır, değişir, aslına, zenginleşmiş olarak döner, dönüşür, birikir.
Anadolu kültürünün en güçlü figürlerinden biri de hiç şüphesiz Nasreddin Hoca’dır. Nasreddin Hoca’da billurlaşan anonim halk duyarlılığı pek çok sebeple yol göstericidir. Sessiz Anadolu insanı, tekvin ile mahşer arası sürüp giden hayat yolculuğunu kalender, renkli, bilge bir yaklaşımla göğüslemiş, yüzyıllar boyu kendisini kuşatmaya çalışmış bütün baskıcı odakların karşısında Hoca’nın hikâyelerinde temellenen panzehiri kullanmıştır. Bu yerel dokunun dikkat çekici bir boyutu da insanoğlunun sert dünya önünde bulduğu çözümlerin evrensel içeriğin bir parçası olduğunu kanıtlamasıdır.
Onun kişiliği toplum geleneğine üstün gelmiş ve o böylece Sivrihisarlılar topluluğu içinde o topluluğun sözcüsü olmuştur. Zamanla Sivrihisarlılar üzerine anlatılan hikâyelerin yerine Nasreddin Hoca’nın başından geçmiş diye bilinen hikâyeler anlatılır olmuştur.
Hocanın tarihi gerçek kişiliği hakkında en eski bilgiyi 1480’de yazılmış olan “Saltuknâme” adlı eserde buluruz. Eserin yazarı Ebu’l Hayr-ı Rûmî’nin bildirdiğine göre Sarı Saltuk, Akşehir’e vardığında Nasreddin Hocayla karşılaşmıştır. Bu kaynaktan yararlanan incelemelerin yayınlanmasından önce de, Hocanın, birçok hikâyelerinde ve Evliya Çelebi’den başlayarak yazılı kaynaklarda anlatıldığı gibi Timur ve I. Bayezid’in çağdaşı değil, 13. Yüzyılda, Anadolu Selçukluları döneminde yaşamış bir kişi olduğu görülmektedir.
Derleyiciler ve derlemelerini Hoca ve fıkraları üzerine yoğunlaştırmış olan araştırmacılar, Nasreddin fıkralarını bir araya getirmekle yetinmemişlerdir. Kimi eski yazmalarda derleyici, en azından, Hoca’ya mal edilen hikâyeleri ‘sahih menakıp’ ya da ‘bühtan’ (yani, Hoca’ya yakışmadığı halde ona mal edilmiş uydurma şeyler) olarak ayırma gereğini duymuşlardır. Demek ki öteden beri Nasreddin Hoca, sözlerinde, davranışlarında birer hikmet, ibret dersi, hareket düsturu bulunduğu düşünülen saygın bir kişi sayılmaktadır.
Kimi yeni araştırıcılar, halk geleneğindeki bu önyargıdan da güç alarak, onun tarihi / gerçek kişiliği üzerine eğilirken ona ‘soylu’ ve ‘aydın’ bir kimlik kazandırmak gayretine düşmüşler. Başka araştırıcılar ise, gerçek kişiliği ne olursa olsun, Hocayı sağ duyusu ile, hoşgörüsü ile, tok-sözlülüğüyle, kötülüğe, adaletsizliğe, zulme yönelmişlere, bunlar yüce ve kudretli kişiler de olsa, hadlerini bildirmekten çekinmeyen, toplum vicdanının yarattığı bir ‘halk ve hak savunucusu’ olarak görmüşlerdir. Osmanlı coğrafyası içinde bulunan Balkan, Arap, Kuzey Afrika milletleri de Hocanın fıkralarından yararlanmışlardır. Her millet Hoca’ya ayrı bir değer yüklemiştir.
“Nasreddin felsefesi, Hortu köyünden, yedi kol bir ışık gibi dünyanın her yanına parıltılar saçarak yayılıyor.” diyor Nat Schumlowitz. İlhan Başgöz ise, Hocamız Arap atlara binmez, kılıç çalıp kan dökmez, Gâvur-Müslüman ayırt etmez. Alçak gönüllüdür, eşek üstünde gezer. Çünkü “ermişlerin biniti geyik, bilginlerin biniti eşektir.” Onun tek silahı dilidir. Bu iğneli dille hoca, insanı baskı altında tutan sosyal kurumların tümü ile kötü insan ilişkileri ile eskimiş gelenek ve göreneklerle, halka yukarıdan bakan beyler ve padişahlarla alay eder. Onları yerer, ayıplar, taşlar, gülünç duruma düşürür. Bunun için hocamıza alışılmış anlamı ile kahraman değil, kahraman karşıtı dememiz gerekir. Fıkra türü methetmez, çeşitli ölçülerde yeren bir türdür.
Fıkralarda Hoca bir köyün veya sosyal ve ekonomik hayatı köyden pek farklı olmayan, küçük bir kasabanın imamı olarak tanıtılır. Selçuklu ve Osmanlı toplumunda imam, birbirine bağlı üç işlev görür. İmam din görevlisidir. Halka namaz kıldırır, başka dini törenlerde önderlik eder. İmam öğretmendir, çocuklara ve büyüklere okuma yazma ve din bilgileri öğretir. Nihayet imam yargı görevi de yapar. Devlet kanunlarının bir bölümü şeriat olduğu için, kadıların bulunmadığı yerlerde imam, yargıcın görevini yüklenir. Bu yanları ile imam merkez kültürün önemli bir unsurudur.
Ama hikâyelerde hoca aynı zamanda bir köylü olarak da sunulur bize. Evinde bir ahırı ve samanlığı vardır. İnek ve eşek besler. Eşeğine binip dağdan odun kesmeye gider, köylerde üzüm ve turşu satar; tarlası vardır, ekin eker, çift sürer, ekin biçer. Bu yanı ile Nasrettin hoca halk kültürünün adamıdır.
Hoca hikâyelerinin ana karakteristiği. Kutsi Tecer’in ileri sürdüğü gibi, ferdî bir güldürü olmak değildir. Onlarda alay ve eleştiri okları büyük çoğunlukla din, aile, yargı, ekonomi ve otorite gibi sosyal konulara ve kurumlara yönelmiştir. Bunların bağımsız insan kişiliğine koyduğu sınırlama ve baskıya karşı gelen bir güldürüdür. Bir bölümü insan kişiliğindeki aksaklıkların, densizliklerin anlatılmasını konu edinmiş ferdi denebilecek hikâyelerdir. Geriye kalanlar, köylüler, kente gelen köylüler, dükkancılar, çobanlar, komşular üzerine söylenmiş hikâyelerdir.
Bu hikâyelerde avcılık, balık tutma, çift sürme, ekin ekme, sebze yetiştirme, ağaç dikme, ev yapma, çarşıda pazarda dolaşma, alışveriş, Hristiyan keşişlerle yarışmadır. Hocanın yalancı tanıklığı ve şairliği gibi uğraşlardan ve işlerden söz edilir! Hocanın sosyal ve ekonomik hayatın her alanına karışmış gösterilmesi, ona her sorunumuz karşısında davranış sergilemek, düşündüklerini şaka yollu anlatmak imkânı verir.
Nasreddin Hoca’nın hikâyeleri bize gerçek olmayan ama, gerçekten tümden de kopmamış bir hayat hikâyesi çizer. Fıkralarda en büyük bölümün dinle ilgili olması, daha 16. Yüzyılda dinin toplum ilişkilerinde odak noktası olduğunu gösteriyor. Hocanın dinle ilgili hikâyelerinde belirgin bir tavır görürüz. Burada Hoca, politik din hâlini alan, yani devletin dini olan, yüzeysel algıları eleştirir. Ama buralarda alay ve eleştiri belli sınırlar içinde kalır.
Dine, din törenlerine ve din sembollerine hakaret etmez. Hocanın din üzerine söylenmiş hikâyeleri, devlet dini olan Müslümanlıkla, İslamı kullanan, yüzeysel bakış açıları içindeki Müslümanlarla, dinin bâtıni (heterodoks) yorumu arasındaki bir gerginliği yansıtır. Hocanın yaşadığı 13. Yüzyılda, Anadolu’daki köylü ve göçebe Türkmenler, Müslümandır ama onların halk dini, İslam öncesi inanışlarını, gelenek ve göreneklerini ve insan ilişkilerini hâlâ yaşatmaktadır.
Nasreddin Hocanın Mevlâna tarafından da büyüklüğü kabul edilen ve saygı gösterilen Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid İbrahim Sultanın talebesi olduğunu biliyoruz. Bu insanlar sadece âlim değil aynı zamanda ârif kişilerdir. Yani tasavvuf ehlidirler. Nasreddin Hoca, Konya’dan bu büyük isimlerin Akşehir’e göç etmesi üzerine peşlerinden Akşehir’e gelmiştir. Bu durum Hoca’da bir tasavvufi yön olduğunun açık belirtisidir. Yine Hocanın dini daha çok iç yapısıyla ve ahlâkî ilkeleriyle ele alışı, kalenderliği, hoşgörülüğü, tatlı dili, güler yüzü, insanları eğitim ve tenkit metodu gibi olgular da göz önüne alındığında ondaki tasavvufi yönü görmek daha da kolaylaşır.
Nasreddin Hoca, bir mutasavvıf olarak, kendine özgü bir tutumun sahibidir. Öncelikle pek çok tasavvuf insanında da görüldüğü gibi gönül adamlığı onu taassuptan uzak tutmuştur. Bu yüzden Hoca, asla katı kuralcılık yapmaz. Geniş bir hoşgörünün ve derin bir insan sevgisinin insanı olarak hayatını sürdürür. Çevresine de bunu telkin eder. Hayatın ve olayların içinde ve insanların arasındadır. Başka bir deyişle tasavvufi tutum ve anlayışı hayattan ve günlük hayatın gerçeklerinden kopuk değildir.
Bir başka önemli husus da Nasreddin Hocanın tasavvufi bir terim olan “kerametin ulu orta gösterilmesinden” son derece rahatsız olmasıdır. Zira din ve tasavvufun gerçek mânâsından uzak zümrelerce tasavvuf, daha çok bu yönüyle algılanmaktadır. Tasavvufu böyle anlayanlara karşı Hocanın kılıcı son derece keskindir. “Bir gün Şeyyad Hamza bir toplulukta “Ben öylesine kâmil biriyim ki her gece bu âlemden geçer, göklere uçar, oradan da dünyayı seyrederim” der. Hoca bunun üzerine “Sen göklerde uçarken hiç eline samur gibi yumuşak bir şey dokunuyor mu?” diye sorması üzerine Şeyyad Hamza “evet” deyince Hoca ” İşte o eline dokunan şey benim eşeğimin kuyruğudur” cevabını verir. -K2-
K1- Araştırmacı-Yazar, Fitnat Merve GÜNER – ESKİyeni dergi, Temmuz 2013
K2- 81 İLDE KÜLTÜR ve ŞEHİR – ESKİŞEHİR VALİLİĞİ YAY. 2014
Yorum Yaz