Gelecekler Kim veya Ne Zaman
Gelecekler dedi annesi gözyaşını silerken. O da babasının cansız bedenine bakarken “Kimler gelecek?” dedi.
“Evet, gelecekler yavrum. Bizi bu zalimlerin zulmünden, katliamından kurtaracaklar.
“Ne zaman?” diye sordu.
“Onu Allah bilir ama mutlaka gelecekler.”
“Kimler anne? Kimler?
“Sen geleceklerini bil, bizi kurtaracaklarını bil. Allah elbette birilerini gönderir evladım.” dedi.
Oysa her şey ne güzeldi. Ailesi ile birlikte ne kadar da mutlu yaşıyordu. Hiçbir şekilde korkuları ve üzüntüleri yoktu. Her gün neşeyle evlerinin önündeki sokakta ve hatta mahallerinin dışarısında arkadaşlarıyla oynuyordu. Kendisinde ve arkadaşlarında hiç korku ve bir endişe yoktu.
İçlerinde, gönül dünyalarında çocukluğun saf temizliği, iyiliği, güzelliği vardı. Hiç kötülük, bir zulüm, ölüm, acı düşünmeden çocukluğun saflığıyla, neşesiyle oynuyorlardı.
Bir gün her şey değişti. Önce uzak mahallelere bombalar düşmeye başladı. O bombaların seslerini duydukça korkudan titriyorlardı. Bazen o kadar gürültü çıkartıyordu ki yanı başlarına düştüğünü sanıyorlardı. Böyle zamanlarda yanında büyüklerinden birileri yanında olmayınca ağlıyordu. Ağlaması korkudan değildi.
Annesine, babasına ve arkadaşlarına bir şey olmasından endişeleniyordu. Bu bombardımanlarda kendisi gibi küçük çocukların, annesi, babası gibi büyüklerin, dedesi gibi ihtiyarların o bombaların altında öldüğünü duyuyordu. Sokağa çıkmaya korkuyorlardı.
Gün geçtikçe artık o top seslerine hatta yakınlarına düşmesine rağmen alışmışlardı. Arkadaşlarıyla geçmişteki gibi sokakta oynamaya devam ediyorlardı.
Bir gün yine sokakta arkadaşlarıyla topların düşmesini hiç aldırmadan çocukça, neşeyle oynuyor, gülüp eğleniyorlardı. Evet, çocuk her zaman çocuktur. Savaşta, yoklukta, sevinçte. Onlar için hayat bir oyundur. Hayatın en şiddetli anlarında bile mutlu olabilecek şeyler buluyorlardı.
İşte, böyle savaşın tüm şiddetinden uzak mutlu bir şekilde oynarlarken bir anda gözleri karardı. Vücudunda büyük bir titreme oldu. Kulakları uğuldadı. Tam da oynadıkları yerin hemen dibine yani evlerinin üstüne büyük bir gürültüyle bomba düşmüştü. Tabii bombanın sarsıntısıyla yere düştü ve kendini kaybetti.
Kendine geldiğinde evlerinin yerle biri olduğunu, yandığını gördü.
Babası ve annesi evdeydi. Gözleri dolu dolu sessizce ve acıyla “Anne! Baba!” diyebildi. Kelimeler tükenmiş, haykırmak istercesine tüm dünyaya işittirmek istercesine bağırmak istemişti. Fakat sadece ve sadece büyük bir şok ve tükenmişliğin haliyle anne ve baba sözlerini ta derinlerden, içinden çıkar gibi kendi duyabileceği kadar söyleyebildi.
Komşuları koşa koşa enkazın altına girdiler annesini yaralı bir şekilde kurtardılar ama babasının cesedini çıkardılar. Annesi “Elhamdülillah! Kocam şehit oldu. Bizden önce gitti. Allah’ın huzurunda şehit makamına erdi. Elhamdülillah!” diyordu. Tabii o şehit nedir? Belki daha ölüm nedir? Onları tam manasıyla bilmiyordu, anlayamıyordu. Ama bu savaş ona ölümü ve şehitliği öğretmişti.
Babası sanki ölmemiş, yerde öylece mutlu bir şekilde uzanıyordu. Kendisine Gülen bir çehreyle bakan yüzüne baktı baktı… Karmaşık duygular içerisinde sadece ve sadece “Babam şehit oldu.” diyebildi. Etrafına baktı. Şehitler, birçok yaralılar ama bu yaralıların hepsi Allahu ekber, Elhamdülillah diyorlardı. Arkadaşlarına baktı.
Arkadaşları da o kargaşanın ve acının içinde çocukluk halleriyle ya da bu savaşın acı yüzünü unutmak için veya kendilerini avutmak için şehitçilik oynamaya başlamışlardı. Evet, şehitçilik, o bombardımanda şehit düşen kendileri gibi küçükleri bir sandık içine koyup “Arkadaşımız şehit oldu. Hadi onu götürelim, defnedelim” deyip onu mezara doğru götürüyorlardı.
Çocukluk bu ya, her şeyde oyun buluyorlardı. Şehitliği bile oyuna dönüştürmüşlerdi. Annesi onu gördü. Sağ olduğunu görünce tekrar “Elhamdülillah!” dedi. Yavrum diyerek onu bağrına bastı.
“Baban şehit oldu. Onun şehitliğine övünmelisin. Sakın korkma ve üzülme. Gelecekler. Elbet bizi kurtarmaya gelecekler.”
Sordu. “Kim gelecek? Ne zaman gelecek”
“Allah elbet bir ordusunu gönderecek”
Bu esnada da yanlarında bulunan insanlar işaret parmaklarını kaldırarak “İnşallah! İnşallah! Allah’ın yardımı yakındır.” diyerek bağırdılar. “Elbet gelecekler. Hem de en yakın zamanda gelecekler. Bizi kurtaracaklar.” dediler.
Annesi, büyük bir metanetle tek bir damla göz yaşı dökmeden gururla babasını defnettikten sonra Refaha gitmek için yola çıktılar. Çünkü “Refaha gidin. Orası güvenli.” diye uçaktan kendilerine bildiriler atmışlardı. Evet, bir umut dünyası Refah’ta huzura ereceklerine kendilerini inandırarak yola çıktılar.
Bu düşmana asla güven olmazdı. Çünkü bu düşman diğer düşmanlara benzemiyordu. Hiçbir şekilde vicdan, acıma ve savaş kurallarına uymak yoktu. Her nereye giderlerse gitsinler düşmanları onları yok edecekti. Nerede olursa olsunlar ölüm onları bulacaktı. Ha burada ha Refah’ta. Ama çocuklar, ihtiyarlar var. Onlar yaşasın umuduyla yola çıktılar.
İşte, bir umut, annesi onu aldı ve diğer mazlum halkla birlikte Refah’a doğru yola çıktılar. Evet, bu düşmana asla güvenilmez demiştik ya; silahsız olan, biçare olan, sivil olan, sadece ihtiyar, kadın ve çocuktan oluşan insanların üzerine yine bombalar yağdırdı. Bu bombalardan bir tanesi tam da onun olduğu yere düştü.
Annesi “Gelecekler ey zalimler!
Bizi yok ettiğiniz gibi sizi de yok edecekler. Ey zalimler!” diyerek son nefesini verdi. Annesi de şehitler kervanına katıldı. O bu yolculukta fırsat buldukça arkadaşlarıyla oynuyordu. Bu bombardıman anında kafile, mola vermişti. O da arkadaşlarıyla birlikte kafileden uzakta oynuyordu. Bomba onların uzağına düştüğü için kurtuldu.
Artık dünyada kimsesi kalmamıştı. Babası, annesi ve diğer akrabaları şehit olmuştu. Bu bombardımandan sağ kalanlar onu sahiplendiler. Refah’a götürdüler. Refah’ta derme çatma çadırlar yapmışlardı. Kışın soğukta üşüyorlardı. Adı Refah olan şehrin artık refah yeri değil hüzün, acı, keder yeri olmuştu.
Bir gün akşam saatlerinde yatağında uyurken bomba sesleriyle uyandı. Gözlerini açtığında henüz ne olduğunu anlayamadan büyük bir acı hissetti. Çadırı yanıyordu. Çadırla birlikte ayakları da yanıyordu. Dışarı çıkamıyordu. Bağırıp yardım istemekten başka elinden bir şey gelmiyordu.
“Kimse yok mu? Buradayım. Beni kurtarın. Ne olur bana yardım edin.” bağırdı bağırdı bağırdı. Fakat kimseye sesini duyuramadı. Diri diri yanıyordu. Kimsenin yardıma gelmeyeceğini ve öleceğini anlayınca, son nefesini verirken annesi gibi “Gelecekler. Gelecekler.” dedi.
Evet. “GELECEKLER” bu masum halkı kurtaracaklar. Düşmanları bir daha onlara asla zulüm ve katliam yapmayacaklardı. Ama bu “GELECEKLER” olan kimlerdir ve ne zaman gelecekler. Bunlar hangi millet hangi ordu olacak. Bunları sizlere soruyorum. Ordu gelecek işte o bizim seçimimizde
Mesut AKDAĞ
Yorum Yaz