– Eminüddîn Mîkâîl –
Sivrihisar da bazı tarihi eserlerin (Ulu cami) yapımında ve yenilenmesinde adı geçen Emineddini mikâil: Rum asıllı olup, gerçek ismi Mihal’dir Sonradan Müslüman olmuştur. (M.1200-1240 yılları) Babasının adı Abdullah olması da bunu teyit etmektedir.
Ulu Caminin doğu girişi ahşap kasalı ve ahşap kapılıdır. Bu kapının en üstünde bir kitabe ve yanında Mikâil denilen kanatlı sitilize bir resim yer alır.
Emineddin Mikail, Anadolu Selçuklularından III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in naibidir.* Ünlü hoca Maliye Bakanı Sadeddin Ebu Bekr-i Erdebili’nin azadlısıdır. Üstün gayreti, sağlam isabetli düşüncesi, engin bilgisi ve atılganlığı ile köleliğin malla aynı tutulan seviyesinden, efendiliğin başköşesine yükseldi. Sağlam inancı, güçlü kalemi, engin bilgisi ile insanlar arasından seçilerek sıradan ve seçkin kimselerin gözdesi oldu. Hadis, fıkıh, hikmet ilimlerinde en yüksek payı ve en geniş hisseyi kazandı… Aziz ömründen hiçbir anını İnsanî olgunlukları elde etmek ve dünyadakilerin hayır dualarını kazanmaktan başka bir işe harcamadı. (İbni Bibi-Selçukname. Kültür Bakanlığı s. 207)
Mikâil ve karısı Mevlâna Celaleddini Rumî hazretlerinin müridleri idiler Mevlâna onun konağına gider bütün vüzera hanımlarının gece toplantısına iştirak, eder sarayın sazı çalar Mevlâna Semâ ederdi. Emineddinin karısına Hatunların şeyhi derdi.
Emineddini Mikâilin şahsiyeti: Yaşayışı pek dürüst olduğunu, Saltanat naibi olunca Sultan İzzeddin onun makamını kutlamak üzere altın divit ve değerli hıl’at göndermiştir. Selçuk büyükleri mersiyelerinde Emineddini Mikâili şu suretle tavsif eder.
Asrın en güzide benzersiz nâibi olan o kişi Emineddini Mikâil nasıl oldu da gözlerden yok oldu. Nerede o resanet nerede o sebat ve nerede o kumandan nerede o büyüklük o kavmü kabile binlerce toplayıp biriktirdiği mallar nerede etrafını alan o kölelerle o tertip o hanedanlık nereye gitti.
Eminettini Mikâilin öldürülmesi
Keyhusrev ile Fahreddin Ali Tebrizde bulunuyordu. Konyanın muhafazası ümeradan Emineddini Mikâile verilmişti. Bu fırsattan istifade eden Karaman oğlu, Cimriyi alarak Konya üzerine yürüdü. Emineddin kuymayınca şehrin kapılarını yakarak Konyaya girdi. Emineddin başına sangını geçirerek öteye beriye koşmağa başladı. Mikâil nerede diye bağırarak bir yere geldiğinde atından indi ve kaçtı.
Nihayet Tokat yolunu tuttu. Kaymaz hanında yakalandı. Sargının ucunda bir düğüm gördüler içinde hazinelerinin nerede olduğu yazılı idi. İşkence ile çıkarttırdılar. Sonra sahiller emri ile birlikte şehit ettiler.
* Naip (dişil Naibe), hükümdar adına hükümdarın yokluğu, yetersizliği, çocukluğu süresince devleti yöneten kimse. Ayrıca İslam devletlerinde ve Osmanlılarda hükümdar, yönetici ve yargıç gibi kimselerin yerine bakan kimse anlamına gelir.
Sivrihisar’ın Yetiştirdiği Ünlüler
Sivrihisarda Yetişen Büyükler
Bütün Yönleriyle Sivrihisar -Orhan Keskin
Sivrihisar Tarihi – Tahsin Özalp
DETAYLAR
Cem BOZ – Ankara-2013
Türkiye Selçuklu Devleti yönetiminin işleyişine zarar vermiş olan taht mücadeleleri bir süre sonra, Moğolların yeniden Selçuklu yönetimine müdahalede bulunmalarına neden olmuş ve Hülâgu 1258 yılında, Mengü Kağan’ın fermanı gereği Selçuklu topraklarını iki kardeş arasında paylaştırarak, Şemseddin Tuğrâî’yi de her iki sultanın ortak vezîri olarak tayin etmiştir. Bununla birlikte Şemseddin Tuğrâî’nin 1260 yılında ölümü üzerine II. İzzeddin Keykâvus, Fahreddin Ali’yi, IV. Rükneddin Kılıç Arslan ise Muînüddîn Süleyman’ı kendilerine vezîr olarak atamışlardır.
Eminüddîn Mîkâîl’in saltanat nâibliği de bu dönemde başlamış olup, II. Keykâvus’un, Fahreddin Ali’yi kendisine vezîr olarak atamış olması sonucunda, Fahreddin Ali’den boşalmış olan saltanat nâibliği makamına da Müstevfî Emînüddin Mîkâîl getirilmiştir.
Eminüddîn Mîkâîl’in ailesi hakkında sahip olduğumuz tek bilgi ise; Mevlânâ’nın, “Hâtûnların şeyhi” diyerek, hitâb etmiş olduğu ancak ismini dahi bilmediğimiz eşi ile ilgilidir. Eflâkî’nin menâkıbnâmesinde yer alan bir kayda göre; Mevlânâ Celâleddîn, her Cuma akşamı kendisine haber verilmeksizin, kadın mürîdlerinin toplanmış olduğu Eminüddîn Mîkâîl’in evine gidip, burada kadın mürîdleri ile birlikte yeni gün doğana dek âyînler yapmaktadır. Eflâkî; sabaha kadar süren bu âyînler esnasında, kadınların eşlerininde, Nâib Eminüddîn Mîkâîl ile birlikte evin dışında toplanarak sohbet etmiş olduklarını ve aynı zamanda yabancıların, içeride konuşulan sırları bilmemeleri içinde göz kulak olduklarını ifâde etmiştir .
Eflâkî’nin bu kaydı, Mevlânâ’nın, kadın müridleri ile yapmış olduğu ayinlere ev sahipliği yapmış olan Eminüddîn Mîkâîl’in eşinin ileride bahsedeceğimiz üzere, tıpkı Eminüddîn Mîkâîl gibi Mevlânâ’ya derin bir manevîyatla bağlı olduğunu ve dolayısıyla Eminüddîn Mîkâîl’in muhafazakâr bir aile yaşantısına sahip olduğunu açıkça göstermektedir.
Eminüddîn Mîkâîl’in Eserleri
Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan 453 numaralı tapu tahrir defterindeki kayıtlarda, günümüzde Eskişehir’e bağlı bir ilçe olan Sivrihisar’daki Kapulu köyünün, Sultan Alâaddîn zamanında Eminüddîn Mîkâîl’e mülk olarak bağışlanmış olduğu belirtilmiştir. Belgede adı geçen sultanın II. Alâaddîn Keykubâd olduğu, Halime Doğru tarafından belirtilmiş olup Doğru, Sivrihisar’daki, Selçuklu döneminden kalan vakıfların hemen hepsinin, Sultan II. Alâeddin Keykubâd’ın mülk olarak şâhıslara bağışlamış olduğu yerlerin, yine aynı sultan zamanında vakfa dönüştürülmesiyle oluştuğunu ifade etmiştir. Eminüddîn Mîkâîl’in kendisine mülk olarak bağışlanmış olan köyün gelirlerini sonradan, 1274 yılında inşâ ettirmiş olduğu ve bugün Ulu Câmî olarak bilinen yapıya vakfetmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Sivrihisar Ulu Cami: Eskişehir’in, Sivrihisar ilçesinin merkezinde bulunan bu yapıya ait olan en eski kitabede, günümüzde Ulu Cami olarak bilinen bu yapının ilk olarak, H. 629/M. 1231-32 yılında, Emir Cemaleddin Ali Bey tarafından, bir imaret olarak inşâ ettirilmiş olduğu belirtilmiştir.
Bununla birlikte, yapıya âit olan 1231-32 tarihli bu en eski kitebenin, yapıya 1409 yılında eklenmiş olan minarenin kapısı üzerinde bulunmasından da anlaşılabileceği gibi ilk olarak, Cemaleddin Ali Bey tarafından 1231-32 yılında bir imaret olarak inşâ ettirilmiş olan bu yapı, ilerleyen zamanlarda yapılmış olan yenileme çalışmaları sonrasında büyük bir değişim geçirmiştir.
Sanat tarihi uzmanları da yapının bugünkü formunu Eminüddîn Mîkâîl’in H. 673/M. 1274 yılında yaptırmış olduğu onarım sonrasında almış olduğu hususunda hemfikirdirler. Yine bazı araştırmacılarda Eminüddîn Mîkâîl’in, Cemaleddin Ali Bey’in H. 629/M. 1231-32 yılında yaptırmış olduğu bu eski imareti yıktırarak, yerine yeni bir yapı inşâ ettirmiş olduğunu ve dolayısıyla günümüzde Ulu Câmî olarak bilinen bu yapının asıl bânîsinin, Eminüddîn Mîkâîl olması gerektiği kanâatini ifâde etmişlerdir .
1274 yılında büyük bir değişim geçirerek bugünkü formunu almış olduğu anlaşılan bu yapının Eminüddîn Mîkâîl tarafından hangi maksadla yaptırılmış olduğu hususunda Tahsin Özalp, yapının inşâ ediliş biçiminden ve ayrıca minare ve mihrâbın, yapıya 15. yüzyılda eklenmiş olmasından hareket ederek, Eminüddîn Mîkâîl’in günümüzde Ulu Câmî olarak bilinen bu yapıyı, aslında bir kervansay olarak onartmış olduğunu yâhût 1231-32 tarihli eski imareti yıktırarak, yerine kervansaray olarak yeni bir yapı inşâ ettirmiş olduğunu ve yapının ancak 15. asırda, Hızır Bey’in yaptırmış olduğu onarım sırasında camîye dönüştürülmüş olduğunu ifâde etmiştir.
Günümüzdeki formuna Eminüddîn Mîkâîl’in 1274 yılında yaptırmış olduğu inşâ ve onarım çalışmaları sonrasında kavuşmuş olan Ulu Camînin minaresi 15. asırda, tam olarak 1 Recep 812 / 9 Kasım 1409 tarihinde, Taymiş oğlu Hâcı Habîb adlı bir kişi tarafından yaptırılmıştır . Yukarıda sözünü etmiş olduğumuz ve yakın bir zamana kadar İslâmi İlimler Derneği Kütüphânesi olarak kullanılmış olan ve daha önceleri Sölpük Mescidi ve Eminüddîn Mîkâîl Kütüphânesi isimleri ile kubbeli mekânın, 1409 yılındaki bu onarım sonrasında yapıya eklenmiş olduğu düşünülmektedir . Camîdeki alçı mihrâbın 13. yüzyıl Anadolu Selçuklu mihrâb geleneğini yansıtmayıp, 15. yüzyıl Osmanlı dönemi özelliklerini taşımasından dolayı, H.843/ M.1439-40 senesinde, Celal oğlu Hızır Bey tarafından yaptırılmış olan onarım sırasında değiştirilmiş olduğu tahmin edilmektedir. Ulu Camîi’nin 1244 tarihli minberi ise, 1924 yılında yıkılan Kılıç Mescidi’nden getirilerek, yapıya ilâve edilmiştir.
Eminüddîn Mîkâîl Medresesi: Ulu Câmî’nin hemen bitişiğinde bulunan ve yakın bir zamanda müftülük binası olarak ta kullanılmış olan bu kısmın, hangi tarihte medrese olarak kullanılmaya başlandığına dair elimizde bir kayıt yoktur. Bununla birlikte, bugün Ulu Câmî ismi ile bildiğimiz bu yapıdan Osmanlı kaynaklarında Eminüddîn Mîkâîl Câmî ismi ile bahsedilmiş olunması da, sonradan medrese olarak kullanılmaya başlanmış olan bu kısma, yapının banîsi olarak algılanmış olan Eminüddîn Mîkâîl’in isminin verilmiş olması oldukça doğaldır.
Eminüddîn Mîkâîl Kütüphânesi: Ulu Câmiînin bitişiğinde bulunan ve Sölpük mescidi olarak ta adlandırılmış olan bu kubbeli mekânın, minarenin yapıldığı tarih olan H. 812/M. 1409 yılında, yapıya eklenmiş olduğu tahmin edilmektedir. Önceleri Eminüddîn Mîkâîl Kütüphânesi ve Hızır Bey Kütüphânesi isimleriyle hizmet vermiş olan bu yapı, yakın bir tarihe kadar İslâmi İlimler Derneği Kütüphânesi olarak kullanılmıştır . H. 1325/ M. 1907 tarihli Ankara Vilayeti Sâlnâmesinde, Sivrihisar’daki bu kütüphâneden bahsedilerek, kütüphânede 1500’ü aşkın değerli kitabın bulunduğu belirtilmiştir.
Sivrihisar’da Eminüddîn Mîkâîl’in Maiyetindeki Kişiler Tarafından Yaptırılmış Olduğu îddiâ Eserler Hakkında
Tahsin Özalp, Sivrihisar’ın Karacalar mahallesinde bulunan Hâzinedâr ve Hoşkadem mescidlerinin 13. yüzyılın ikinci yarısında, Eminüddîn Mîkâîl’in hâzinedârı olarak belirtmiş olduğu Necibüddin Mustafa isimli bir şâhıs tarafından yaptırılmış olduğunu iddia etmiştir. Özalp, aslen Sivrihisarlı olduğunu belirtmiş olduğu bu şahsın, İlhanlılar tarafından idâm edilmiş olduğunu ve naâşının sonradan Sivrihisar’a getirilerek, burada defnedilmiş olduğunu bildirmiştir. Özalp’ın bahsetmiş olduğu Necibüddin Mustafa isimli bu şahsın, gerek ad gerekse mesleki yönden olan benzerlikler ve yine hayatını kaybediş biçimiyle, 1262 yılındaki Karaman oğulları isyanı sonrasında Pervâne Muînüddîn tarafından, isyan ile ilişkilendirilerek Moğollara teslim edilmiş olup, sonrasında Moğollar tarafından idâm edilmiş olan Müstevfî Necibüddîn Delîcânî’ye olan benzerliği, ilk anda dikkatleri çekmektedir .
Orhan Keskin, Sölpük isminin menşeînin bilinmediğini ve ayrıca binanın restorasyonunda mihrap izine rastlanılmamış olduğunu belirterek, bu binâya Sölpük Mescidi denilmesine karşı çıkmıştır bkz. Keskin, a.g.e., s. 138-139.
Bununla birlikte, soyadından aslen Sivrihisarlı olmadığı anlaşılan Necibüddîn Delîcânî’nin, ayrıca 1262 yılında Moğollar tarafından idâm edilmiş olunduğu bilindiğinden dolayı, Özalp’in inşâasını M.1274 yılına tarihlendirdiği Hoşkadem Mescidi’ni yaptırmış olması da bu durumda imkânsız hale gelmektedir . Eğer, Özalp’ın Hoşkadem mescidinin inşâsına dâir vermiş olduğu 1274 yılını doğru kabul edecek olursak, o halde 1274 yılına kadar yaşamış olan Hâzinedâr Necibüddin Mustafa isimli bu şahsın, Müstevfî Necibüddîn Delicani ile aynı kişi olmayıp, Eminüddîn Mîkâîl’in maiyyetinde bulunan başka bir kişi olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Özalp’ın, bu iki şahsiyeti birbirine karıştırmış olduğu ihtimali üzerinde durulabilir.
Sanat tarihçileri ise, Özalp’ın bu iki mescidin inşâ tarihleri hakkında yanılmış olduğunu ifâde ederek, gerek planları ve kuruluşları ve gerekse malzeme özellikleri bakımından büyük benzerlikler gösteren bu iki mescidin, 15. yüzyılda inşâ edilmiş olduklarını belirtmişlerdir. Hâzinedâr Mescidi’nin 15. yüzyıldaki bânîsi bilinmemekle birlikte, 15. yüzyıla âit 453 numaralı tapu tahrir defterindeki vakıf kayıtlarında Hoşkadem Mescidi’ni yaptıran kişinin, Hâcı Hoşkadem adlı bir şâhıs olduğu belirtilmiştir .
Eminüddîn Mîkâîl Zaviyesi: Yaklaşık olarak on yedi sene boyunca saltanat nâipliği yapmış olan Eminüddîn Mîkâîl’in, Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinde yaptırmış olduğu ve bugün Ulu Câmî olarak bilinen bu yapının dışında, Kayseri’de de bir zaviye yaptırmış olduğu Yasemin Demircan’ın, Kayseri vakıfları üzerine yapmış olduğu inceleme sonucunda ortaya çıkmıştır. Demircan, 1500 ve 1584 yıllarına ait 565 ve 584 numaralı Konya Evkaf defterlerindeki Kayseri vakıflarıyla ilgili kayıtlarda, 16. yüzyılda, Kayseri’de Eminüddîn Mîkâîl’in adını taşıyan bir zâviye bulunduğu bilgisini aktarmıştır. Demircan’ın yine bu kayıtlara dayanarak vermiş olduğu bilgiye göre, zaviyenin Koşdinyolu, Kesibbüke ve Talas mezralarında vakıfları bulunmaktadır.
Türkiye Selçuklularına ait çağdaş yazılı kaynaklarda Eminüddîn Mîkâîl’in Kayseri’de bir zaviye yaptırmış olduğuna dâir herhangi bir bilgiye rastlanılmasa da, Türkiye Selçuklu devlet adamlarının hayır amaçlı bu tür yapılar inşâ ettirmiş oldukları ve ayrıca Eminüddîn Mîkâîl’in tasavvufa olan düşkünlüğü bilindiğinden dolayı, Kayseri’de ki bu zaviyeyi bizzat kendisinin yaptırmış olma olasılığı bir hayli fazladır.
Eminüddîn Mîkâîl’in bu çalışmada bahsetmiş olduğumuz eserlerinin haricinde bilhâssa kendisinin on yedi sene yöneticiliğini yapmış olduğu payitaht Konya olmak üzere, Türkiye Selçuklu Devleti’nin diğer önemli kentlerinde de eserler yaptırmış olması muhtemeldir. Bununla birlikte, kendisinin eserleri üzerine yapmış olduğumuz araştırmada, Sivrihisar ve Kayseri’deki eserlerinin dışında Eminüddîn Mîkâîl’e ait olabilecek başka herhangi bir eser tespit edemedik.
DEVLET HİZMETLERİ
Eminüddin Mîkail’in Müstevfiliği
(Müstevfi: Anadolu Selçuklu Devleti’nde maliyeden sorumlu olan)
Türkiye Selçuklu Devleti’nde yüksek mevkiîlerde görev yapmış olan birçok devlet adamının, gulâm sistemi içerisinde yetişmiş kişiler oldukları bilinmektedir. Çoğunluğu Rum kökenli olmakla birlikte, çeşitli etnik kökenlerden gelmiş olan gulâmlar, Türk aile terbiyesine göre yetiştirilip, orduda, sarayda ve devlet idâresinde istihdam edilmişler; atabeg, emîr-i âhûr, taştdâr, hâzinedâr, emîr-i devât, melikü’l- ümerâ, iğdişbaşı, şarâbsâlâr, emîr-i cândâr, emîr-i sipehsâlâr, emîrü’l kebîr, çaşnigîr, emîr-i dâd, nâibü’l hadre gibi önemli mevkiîlerde görev alarak, ayrıca büyük şehirlere askerî vali olarak da atanmışlardır .
Yine Selçuklu gulâm sistemi içerisinde yetişmiş Rûm asıllı gulâmlardan birisi olan Eminüddîn Mîkâîl ise, devlet hizmetine ilk olarak istifa dîvânında görev alarak başlamıştır. İbn Bîbî’nin belirtmiş olduğu üzere, efendisi olan Müstevfî Sadüddin Ebû Bekr Erdebili’den, mâlî konularda eğitim almış olan Eminüddîn Mîkâîl’in istifâ dîvânında göreve başlamasında da efendisinin doğrudan ya da dolaylı bir etkisinin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kaynaklarda bilgiye düşkün, zeki ve gayretli bir kişiliğe sahip olduğu belirtilmiş olan Eminüddîn Mîkâîl’in, devlet hizmetine başlamış olduğu istifâ dîvânında, zaman içerisinde müstevfîlik makamına kadar yükselmiş olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, onun bu mevkiîye hangi tarihte atanmış olduğu hususunda ise, kaynaklarda herhangi bir ifâde yer almamaktadır.
Eminüddîn Mîkâîl’in istifâ dîvânında görev yapmış olduğu dönemle ilgili olarak, dikkatimizi çekmiş olan bir diğer hususta; Eminüddîn Mîkâîl’in hayatından bahsederken belirtmiş olduğumuz üzere Sultan II. Alâeddin Keykubâd’ın kardeşleriyle birlikte müşterek olarak hüküm sürmüş olduğu 1249-1254 yılları arasındaki dönemde Sivrihisar’daki bazı köyleri, Eminüddîn Mîkâîl’e mülk olarak bağışta bulunmuş olmasıdır. Sultan II. Alâeddin Keykubâd’ın, kendisine mülk olarak arazi bağışında bulunmuş olması, aklımıza Eminüddîn Mîkâîl’in bu dönemde hangi idarî pozisyonda olduğu sorusunu getirmektedir.
Üç kardeşin aynı anda hüküm sürmüş olduğu bu dönemde, sultanların kendilerine taraftar sağlamak adına, askerî ve idarî pozisyonlardaki kişlere arazi bağışında bulunmuş olabilecekleri dikkate alındığı vakit, Eminüddîn Mîkâîl’in de bu dönemde görev yapmış olduğu istifâ dîvânında saygın bir konumda bulunuyor olması gayet muhtemeldir. Necibüddin Delîcânî’nin biraz önce belirtmiş olduğumuz üzere “Üç Kardeş Devri” içerisinde müstevfîlik yapmış olduğu bilindiğinden dolayı, müstevfîlik vazifesinin 1257-1260 yılları arasında gerçekleşmiş olabileceğini düşündüğümüz Eminüddîn Mîkâîl’in de 1249-1254 yıllarını kapsayan bu dönemde, müstevfî yardımcılığı posizyonunda bulunuyor olması pek muhtemeldir. Üstelik Necibüddin Delîcânî’den hemen sonra müstevfîlik mevkiîne atanan kişinin Eminüddîn Mîkâîl olması da bu ihtimali oldukça kuvvetlendirmektedir.
Eminüddîn Mîkâîl’in Saltanat Nâipliği
Eminüddîn Mîkâîl’in müstevfîlik dönemi ile ilgili çağdaş kaynaklarda hemen hemen hiçbir bilgi yer almazken, saltanat nâipliği makamı âdetâ Eminüddîn Mîkâîl’in ismi ile özdeşleşmiş olup 1260 yılından, 1277 yılına kadar yaklaşık on yedi sene boyunca sürdürmüş olduğu bu görevi esnasında, kaynaklarda kendisinden daha sık bahsedilir olmuştur.
Keykâvus ve IV. Kılıç Arslan arasında ikiye bölünmüş olan Türkiye Selçuklu Devleti’nin ortak vezîri olan Şemseddin Tuğrâî’nin 1260 yılında ölümünün ardından, Nâib Fahreddin Ali’nin, II. Keykâvus tarafından vezîrliğe atanmış olmasıyla birlikte, Fahreddîn Ali’den boşalmış olan saltanat nâibliği makamına da Müstevfî Eminüddîn Mîkâîl tayîn edilmiştir.
Daha öncede bahsetmiş olduğumuz üzere, Eminüddîn Mîkâîl’in saltanat nâibliğine atanmasından bir yıl sonra, siyâsî koşulların II. İzzeddin Keykâvus aleyhinde değişmiş olması nedeniyle Sultan II. Keykâvus tahtını bırakarak, Anadolu’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultan II. Keykavûs’un Anadolu’dan ayrılmasının ardından tahtın tek sahibi olan Sultan IV. Kılıç Arslan’ın yeniden kurmuş olduğu hükümette Eminüddîn Mîkâîl’in bir kez daha saltanat nâibliği mevkiinde görünüyor olması oldukça dikkat çekicidir.
Saltanat Nâibi olarak zamanının çoğunu Konya’da geçirmiş olan Eminüddîn Mîkâîl’in, pâyitahtın dışında da bir takım vazifeleri yerine getirmiş olduğu görülmektedir. İbn Bîbî Selçuknâmesi’nde yer alan bir kayda göre Eminüddîn Mîkâîl’in 1276 yılında, merhûm Sultan IV. Kılıç Arslan’ın kızı Selçuk Hâtûn’u, İlhan Abaka’nın oğullarından birisi ile izdivaç kurması için Tebriz’e götüren gelin alayında yer almış olduğu görülmektedir
Daha evvel de bahsetmiş olduğumuz üzere İbn Şeddâd’ın kayıtlardan, Eminüddîn Mîkâîl’in Moğolların 1272 ve 1275 yıllarında Bîre üzerine düzenlenmiş oldukları kuşatma harekâtlarına da katılmış olduğunu öğrenmekteyiz.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin, Moğol baskısı altına girmiş olduğu bir dönemde yaklaşık on yedi sene saltanat nâipliği yapmış olan Eminüddîn Mîkâîl’in bu vazifesi, hayatını yitirmesine neden olan 1277 yılındaki Karaman oğullarının Konya’yı işgallerine kadar devam etmiştir.
ŞAHSİYETİ
Gerek çağdaş yerli müelliflerin doğrudan kendisinin kişiliği hakkında kullanmış oldukları ifâdelerden ve gerek döneminin siyâsî gelişmeleri karşısında sergilemiş olduğu tutum ve davranışlardan, Eminüddîn Mîkâîl’in nasıl bir kişiliğe sahip olduğu konusunda az çok fikir edinebilmekteyiz.
Eminüddîn Mîkâîl’in gulâmlıktan, saltanat nâibliğine kadar uzanmış olan kariyer serüveni de yine, kendisinin kişiliği hakkında fikir sahibi olmamıza yardımcı olacak ipuçlarını içermektedir. Onun bu kariyer serüveni ile ilgili olarak İbn Bîbî; “ Üstün gayreti, sağlam ve isabetli düşüncesi, engin bilgisi ve atılganlığıyla köleliğin malla aynı tutulan seviyesinden efendiliğin başköşesine yükseldi” demektedir.
Eminüddîn Mîkâîl’in idârecilik yönüne değinmiş olan Aksarâyî ise, onun, üstün belâgat yeteneğine sahip, ağırbaşlı, yumuşak huylu, yardım sever ve oldukça cömert bir idâreci olduğunu ifâde etmiştir. Aksarâyî ayrıca Eminüddîn Mîkâîl’in müstevfîlik ve saltanat nâibliği makamlarında bulunmuş olduğu süre içerisinde, maiyyetinde bulunan hizmetlilerin, onun bu cömert tabiâtından dolayı mevkiî ve servet sahibi olduklarını da belirtmiştir.
Entelektüel bir kişiliğe sahip olduğu ve bu yönüyle de Konya’da büyük bir ün kazandığı anlaşılan Eminüddîn Mîkâîl’in öğrenme arzusunun ve bilgiye vermiş olduğu kıymetin bir diğer göstergesi de yine, kendisininin, örnek olarak sıkça nakletmiş olduğu Evhadüddîn Enverî’ye ait şu beyitlerden anlaşılmaktadır.
Çabanı hüner için harca, mal için değil. Elinin tuttuğu şu an.
Dünyanın parazitleri gibi iki ekmek için çalışma.
Sahib olduğun malı artırmaya uğraşma, bildiğinle yetinme.
Bunun gibi teninle meşgul olma, onun gibi ruhunu ihmal etme.
Makamın ilimleyse, ilerlersin. O zaman mülkün de ebedi olur.
Eğer cehalet ölümüyle ölürsen, hiçbir zaman (ebedi) hayata kavuşamazsın.
Doğru sözü dinlemesini bilmelisin. Ne diye yalan yanlış yazılmış kitabı okuyorsun? Bu taraftan nasıl olduğunu anlamak için ecele bak da ecelin öbür yanında böyle (gafil) kalmayasın”
Eminüddîn Mîkâîl’in Dini Kişiliği
Gayrimüslim asıllı biri olarak Selçuklu gulâm sistemi içerisinde İslâm dinini özümsemiş olan Eminüddîn Mîkâîl’in, Mevlevî kaynaklarında ve İbn Bîbî Selçuknâmesi’nde kendisinden bahseden kayıtlar incelenildiğinde, muhâfazakar bir kişiliğe sahip olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
İbn Bibi Eminüddîn Mîkâîl’in bu yönüyle ilgili olarak; “ Hadis, fıkıh ve hikmet ilimlerinde en yüksek payı ve en geniş hisseyi kazandı. Tarikat konusunun bütün dallarında elde ettiği üslup ve yöntemle çağının ve devrinin benzersizi oldu. Tefsir, hadis ve diğer dini ilimler hakkında yazılmış olan kitapları okumaktan hiçbir zaman geri durmazdı. Bazen de bilgisini daha da derinleştirmek için İhvanü’s-safa risalelerini okurdu. Onları seçme ve değerlendirme konusunda engin zekâsını ve doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğini kullanır, vehim ürünlerine ve hayal mahsüllerine iltifat etmezdi” sözleriyle Eminüddîn Mîkâîl’in dini ilimlere olan düşkünlüğünü ve bu alanda derin bilgi sahibi olduğunu belirtirmiştir.
Mevlânâ Celâleddin’in gerek Eminüddîn Mîkâîl’e yazmış olduğu mektuplardan ve gerekse Fih-i Mafih’te yer alan sohbetlerinden, Eminüddîn Mîkâîl’in, Mevlânâ’nın itibâr göstererek yakın çevresine dâhil ettiği kişilerden birisi olduğu anlaşılmaktadır. Mevlânâ Celâleddin, Eminüddîn Mîkâîl’e yazmış olduğu bu mektuplarda, Eminüddîn Mîkâîl’e, “emîrlerle nâibler padişahı, mazlûm olanların imdâdına yetişen, Allah’ın ışığıyla bakıp gören, uluğ kutluğ, zamanede eşi az bulunur, kerem ve ihsân ıssı, hayırları yayan, adaleti döşeyen” şeklinde övgü dolu sözlerle hitâb etmiş olup, ayrıca ismini zikretmiş olduğu birkaç mürîdi için de Eminüddîn Mîkâîl’den bazı isteklerde bulunmuştur.
Eflâkî’nin yazmış olduğu menâkıbnâmede Eminüddîn Mîkâîl’in, Şems-i Tebrizî ile de manevî bir yakınlık kurmuş olduğu görülmektedir. Eminüddîn Mîkâîl’in, Şems-i Tebrizi’ye olan yakınlığını Şems-i Tebrizi’nin Makâlât’ın da görmek mümkündür. Burada da Şems-i Tebrizi, Eminüddîn Mîkâîl’den övgüyle bahsetmektedir.
Eminüddîn Mîkâîl’in Şems-i Tebrizî ile olan ilişkisi bizlere aynı zamanda kendisinin tarihsel kişiliğiyle ilgili yeni bir ipucu vermektedir. Şöyle ki; Şems-i Tebrizî’nin rivâyet edildiği üzere, 1247 yılında öldüğü yahût esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolduğu bilindiğinden dolayı, Eminüddîn Mîkâîl’in gerek Mevlâna Celâleddîn ile gerekse Şems-i Tebrizî ile henüz genç denilebilecek bir yaşta tanışmış olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Eminüddîn Mîkâî’in Siyasî Kişiliği
Eminüddîn Mîkâîl’in, Mevlânâ Celâleddin ile yapmış olduğu sohbetler, kendisinin manevî kişiliği kadar, siyâsî kişiliği ile ilgili olarak da fikir sahibi olmamıza imkân vermesi açısından oldukça mühimdir Fîhi Mâ-fîh’te yer alan bu sohbetlerin birisinde Eminüddîn Mîkâîl, “ Bundan önce kâfirler putları öperler, putlara secde ederlerdi. Bizde şu zamanda onun tıpkısını yapıyoruz. Gidiyor, Moğollara âdetâ secde ediyoruz; sonrada kendimizi Müslüman sanıyoruz” sözleri ile Moğollar hakkındaki duygu ve düşüncelerini içtenlikle ifade ederek, aynı zamanda kendi şahsında Türkiye Selçuklu Devleti’nin, Moğollara yönelik politikasının da bir öz eleştirisini yapmış olmaktadır.
Bununla birlikte, dönemin siyasi gelişmeleri göz önüne getirildiğinde Eminüddîn Mîkâîl’in, Moğollara karşı sahip olduğu bu olumsuz hissiyâtın aksi yönde bir tutum sergilemiş olduğu ve mevkiîni Moğollar sayesinde elinde tutmuş olan Pervâne Muînüddin Süleyman’ın belirlemiş olduğu devlet politikasının dışına aslâ çıkmamış olduğu görülmektedir.
Eminüddîn Mîkâîl’in, Konya’yı işgal etmiş olan Karaman oğulları karşısında sergilemiş olduğu tutumun da yine kendisinin idâreci kimliğiyle yakından alâkalı olduğunu düşünmekteyiz. Bir önceki bölümde Konya’nın işgalinden bahsederken dile getirmiş olduğumuz ihtimallerin dışında, Eminüddîn Mîkâîl’in her şeyden önce, devlete sadakat hisleriyle yetişmiş gulâm kökenli bir idareci olduğu unutulmamalıdır. Böyle bir durumda kendisinin, üstelik on yedi sene idareciliğini yapmış olduğu kenti işgal etmek isteyenlere karşı direnmiş olması gayet anlaşılır bir davranıştır.
Eminüddîn Mîkâîl’in Askerî Kişiliği
Uzun süre saltanat nâibliği yapmış olup, pâyitaht Konya’nın âsâyişini sağlamış olan Eminüddîn Mîkâîl’in, askerî yönden de yetenekli bir şâhsîyet olduğu, İbn Bîbî’nin ve Konyalı Sadrü’l Mutatabbib lakablı, Ebû Bekr b. Zekiyüddin’in kayıtlarından anlaşılmaktadır. İbn Bîbî onun askeri kişiliği ile ilgili olarak “ atiklikte ve çeviklikte gökler gibi hızlı idi. Sınırsız bir cesarete ve yiğitliğe sahipti. Gürzden, yaydan, mızraktan ve çevganden bütün silahları kullanırdı” sözleri ile Eminüddîn Mîkâîl’in mahâretli bir asker olduğunu belirtirken, Ebû Bekr b. Zekiyüddin ise bir dostuna yazmış olduğu mersiye niteliğindeki mektubunda, Eminüddîn Mîkâîl’in ölümünden dolayı hissetmiş olduğu üzüntüyü dile getirirken, onun askeri kişiliğine de vurgu yapmıştır.
Eminüddîn Mîkâîl’in gulâm sistemi içerisinde yetişmiş bir devlet adamı olduğu göz önüne getirilecek olunursa, onun askeri vasıflarıyla ilgili İbn Bibi’nin aktarmış olduğu bilgilerin çok ta yadırganmaması gerekir. Üstelik daha öncede bahsetmiş olduğumuz üzere, Ermenek kumandanı Bedreddin İbrahim’in Karaman oğulları tarafından bir kalede kuşatılması üzerine, Moğol noyanlarının Bedreddin İbrahim’in kurtarılması için Eminüddîn Mîkâîl’i görevlendirmiş olmaları ve Eminüddîn Mîkâîl’in de bu görevi başarıyla yerine getirmiş olması, kendisinin askerî kabiliyetinin bir göstergesi niteliğindedir.
Konya’nın Karaman oğulları Tarafından İşgal Edilmesi ve Saltanat Nâibi Eminüddîn Mîkâîl’in Ölümü
Karaman oğlu Mehmed Bey, gerek Kayseri’den ayrılmış olan Sultan Baybars’tan yardım alma ihtimâlinin yok olması nedeniyle gerekse Moğol ordusunun kısa zaman içerisinde yeniden Anadolu’ya dönebileceği endişesiyle, Bizans İmparatoruna bir elçi yollayarak kendisine göndereceği Selçuklu şehzâdesini bekleyerek zaman kaybetmek yerine, içinde bulunduğu uygun koşulları bir an önce değerlendirerek, Konya’yı ele geçirebilmek amacıyla sâhte bir şehzâde kullanmayı da tercih etmiş olabilir.
İbn Bîbî’nin kayıtlarından Karaman oğlu Mehmed Bey’in, Eminüddîn Mîkâîl’i iknâ edebilmek amacıyla epey çaba sarf etmiş olduğu anlaşılmaktadır. İbn Bîbî, Eminüddîn Mîkâîl’in, Mehmed Bey’in bu ısrarına daha fazla dayanamayarak bir süre sonra, kendisine gönderilmiş olan habercileri öldürtmüş olduğunu belirtmiştir.
Eminüddîn Mîkâîl’in ne zaman öldürüldüğü konusunda kaynaklarda kesin bir tarih belirtilmemiş olmakla birlikte, Karaman oğullarının 675 yılı Zilhiccesinin 7. veya 9. günü, milâdî olarak 12 veya 14 Mayıs 1277 tarihinde Konya’yı ele geçirmelerinden birkaç gün sonra, hayatını yitirmiş olduğu anlaşılmaktadır.
II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in saltanat döneminde istifâ divânında göreve başlamış olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Eminüddîn Mîkâîl’in 7 ile 10 yaşları arasında gulâm sistemine dâhil olduğunu düşünürsek ve ayrıca on beş ile yirmi yıl arasında bir eğitim sürecinden geçmiş olduğunu hesaba katarsak, kendisinin hayatını kaybettiği sırada 60 ile 65 yaşları arasında olduğunu söyleyebiliriz.
Çağdaş kaynaklarda Eminüddîn Mîkâîl’in mezarı ile ilgili olarak herhangi bir bilgi mevcut olmamakla birlikte, M. Ferit ve M. Mesut birlikte hazırlamış oldukları kitapta, Lârende mescidinin güneyinde bulunan ve Sahip Fahreddîn Ali tarafından yaptırılmış olan Hânkah kapısının sağında, kapalı bir kemerin altında bulunan mezarın, Eminüddîn Mîkâîl’e âit olabileceği ihtimâlini dile getirmişlerdir . Zaman içerisinde mütevazi bir türbeye dönüştürülmüş olduğu anlaşılan bu mezarın, sonraki dönemlerde caddenin yenilenmesi esnasında kaldırılmış olduğu belirtilmiştir.
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi
Kaynak: acikarsiv.ankara.edu.tr/eng/browse/25207/CemBOZtez.pdf
Yorum Yaz